Medimagazin logo

Doktorlara Saldırılar Ve Sonuçları Üzerine Bir Deneme Yazısı

Kaynak: MEDİMAGAZİN OKUYUCU KÖŞESİ
Doktorlara Saldırılar Ve Sonuçları Üzerine Bir Deneme Yazısı
Abone Ol:
Medimagazin google abone ol

 

 

I-           Vakalardan Bir Demet

II-          Nereden Nereye

III-        Hasta İyi Oldu

IV-        Hasta İyi Olmadı

V-          Dayak mı Dava mı?

VI-        Olaylar ve Suçlular

VII-       Doktorların Hiç mi Suçu Yok?

VIII-     Tıp Nedir, Bilen Var mı?

IX-        Hak ve Hukuk

X-          Savunma Mekanizmaları (Defansif Tıp Dedikleri)

XI-        Maliyet

XII-       Son Söz

 

 

 

            I- Vakalardan Bir Demet

 

Gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonlarda ya da internette saldırılmış ya da mahkemelerde süründürülme durumunda bırakılmış bir doktor haberi olmasın. Artık öylesine kanıksadık ki, vaka-ı adiyeden, yani sıradan oldu bu tür haberler: “Doktora yumruklu saldırı”, “Hasta yakınlarından doktora ölüm tehdidi”, “Doktora silahlı saldırı”, “…’ta hekimlere çirkin saldırı”, ” “Savcıyla tartışan doktor tutuklandı”, “… Araştırma Hastanesi'nde bir asistanın polis memuru tarafından darp edilmesine…”, “Hatalı ameliyat yüzünden ölen kızı için dava açtı”, “Aile hekimi hastaya ‘yanlış tedaviden’ 130 bin lira tazminat ödeyecek“, “Yanlış iğne yapan doktora 6 yıl istendi”, “Hastayı ‘bir şeyin yok’ diyerek evine gönderen doktora soruşturma”, “Hastasıyla ilgilenmeyen bayan doktora 6 ay hapis cezası verildi”, “Danıştay, yanlış tedavi sonucu sakat kalan kadının doktorlarına yargı yolunu açtı”, “En seri şekilde olay yerine intikal etmeye çalışan 112 ekibine, koruma sağlaması ve yardımcı olması gereken Emniyet Müdürü ‘Neredesiniz, Allah belanızı versin!’ gibi ifadeler kullanarak hakaret etti.”, “Doktoru linç etmek istediler.”, “Devlet Hastanesi'nde görevli bir doktor, tedavi için gelen bir hastanın saldırısına uğradı.”, “Hasta yakını tarafından darp edilen doktorun kolu kırıldı”, “Dövülen doktorun kırık koluna platin takılacak”, “Sağlık Merkezi’ne pompalı tüfekle baskın”, “Her yerden hekime darp haberi geliyor”… Yani artık haberlere yetişilemiyor. Seç seçebildiğini… O kadar çeşitli ve sayısız örnek var ki, insan hangisini alacağını şaşırıyor.

 

İster istemez tabip odalarının ana görevlerinden biri de her saldırının ardından kınama ve basın açıklaması yapmak oldu. Başka hiçbir meslek grubuna yönelik bu derecede yoğun bir saldırı görmek ve başka hiçbir meslek odası ya da örgütünden bu kadar sık kınama açıklaması duymak herhalde mümkün değildir. Olaylar hak aramanın, mağduriyetinin giderilmesini istemenin çok ötesine geçmiştir. Bu kadar anormal bir duruma nasıl gelinmiştir ve neler yapmak gerekir diye oturup üzerinde düşünme zamanı herhalde çoktan gelmiş ve hatta geçmiştir.

II- Nereden Nereye

 

Bizim çocukluğumuzda doktora gideceğimiz zaman, mutlaka banyomuzu yapar, temiz ve mümkünse yeni elbiselerimizi giyer ve doktora öyle giderdik. Hatta doktora gidilmezdi, doktora çıkılırdı. Doktorluk adeta bir üst makam gibiydi. Annemiz bu buluşma için bizi özenle hazırlardı. Doktora hitap şekli saygılı bir “Doktor Bey” ya da “Doktor Hanım” ifadesinden başka türlü düşünülemezdi bile… “Hocam” (“Hoca” değil) şeklinde hitap da saygı sınırları içinde sayılırdı. Doktor oturmadan oturulmaz, doktor içeri girince ayağa kalkılırdı. Burada gösterilen saygı sadece bir şahsiyete yönelik değildi. Bu şahsın kimliğinde, bilime, bilgiye ve emeğe saygı gösterdiğimizi çocuk bilincimizin derinliklerinde duyumsardık.

 

Büyüdükten sonra da bu alışkanlıklarımız devam etti. Hekim olunca da ister istemez karşımıza gelen hastalardan bu özen ve nezaketi bekler olduk. Ama neredeee? Artık öyle hasta bulmak çok zor mu desem, imkânsız mı desem bilemiyorum. Geçen zaman, insanları davranışlarıyla birlikte değiştirince, farklı bir kültür ortamına alışmaya çalışan yabancılara dönüştük. Artık zaman zaman, “Doktor”, “Doktorcum”, “Doktorum”, “Beyefendi”, “Hoca”, “Arkadaş”, “Hey”, “Hop”, “Şefim”, “Üstad”, “Birader”, “Kardeş”, “Bacım”, “Abla”, “Abi”, “Sen”, “Baksana”, vs gibi hitaplara maruz kalabiliyoruz. Henüz duymadım ama yakında, “Hemşerim”, “Hacı”, “Usta”, “Baba” gibi yeni hitap şekilleriyle de karşılaşmamız muhtemeldir ve belki karşılaşanlarımız olmuştur bile…

 

Karşınıza ellerini bile yıkamaya gerek duymadan gelen, konuşurken bir yandan da ağzında sakız çiğneyen, üstüne başına özen göstermeyi umursamayan, bakışlarında en ufak bir anlam fark edilemeyen değişik ve yıldırıcı hasta profillerinin muhatabı olabiliyoruz. Odaya girdiğinizde ayağa kalkmak bir yana, hiç istifini bozmadan heykel gibi oturan ya da karşınıza geldiğinde rahatça sandalyeye kurulup bacaklarını iyice açıp ya da bacak bacak üzerine atıp yayılıveren, duruşuna oturuşuna bir çeki düzen verme gerekliliğini aklından bile geçirmeyen hasta ya da hasta yakınları ile haşır neşir olmak zorunda kalabiliyoruz. Hastane koridorlarında, merdivenlerinde, sanki omuz atacakmış gibi, düşman denizaltısına pike yapan kamikaze uçağı misali, üzerinize doğru gelen sinirli hasta ve hasta yakınlarından kendinizi zor kurtarıyorsunuz.

 

Belki de suç bizde… Değişen zamana ayak uyduramadık, eskiden kalma alışkanlıkların boş beklentisi içine girdik. Belki de hep böyle olması gerekiyordu. Yanlış olan bugün değil, dündü. Saygı gösterme şekilleri mi değişmişti yoksa saygı gösterme değerleri mi? Bizler farkında olmadan, artık gereksiz ve abartılı görülen eski saygı kurallarının esiri mi olmuştuk acaba? Bu esaret mi bizim alıştığımız davranış kalıplarının dışındaki davranışları saygısızlık olarak algılamamıza yol açıyor ve bizi huzursuz ediyordu. Böyle bir değişime hazırlıksız olarak mı yakalanmıştık? Yoksa gerçekten toplumun doktorlara karşı saygı gösterme hassasiyetinde ciddi bir sarsıntı mı olmuştu?

 

* * *

Bildiğiniz gibi bir doktor, bir hasta ile karşı karşıya kaldığında genel olarak iki ana ihtimal vardır: Hastayı ya iyi edebilirsiniz ya da edemezsiniz. İyi edeyim derken, eskisinden de beter hallere düşmesine sebebiyet vermek ya da tamamen değil de kısmen iyileşmesini sağlayabilmek gibi çeşitli ara ihtimaller de kuşkusuz vardır ama bunları bu iki ana ihtimalden uygun olanının alt kategorilerinden biri olarak değerlendirmek gerekir.

III- Hasta İyi Oldu  

Hastayı iyi edebilirseniz kendinizi bu seferlik (bu ‘hasta’lık) paçayı kurtarmış sayabilirsiniz. Ama sakın hastayı iyi ettiniz diye teşekkür, iltifat, bir buket çiçek, bir kilo üzüm, bir kutu çikolata veya baklava, bir gömlek, vs… böyle şeyler beklemeyin, bunlar çok eskilerde kaldı. Yeni hekim neslinin muhtemelen haberi bile olmayabilir bu tip jestlerden. Bu konuda prospektif randomize bir çalışma yapmadım ama olayı kendi deneyimlerime göre biraz istatistiksel olarak ifade etmem gerekirse, sözlü bir teşekkür veya iltifat ihtimali yüzde bir, yarım kilo erik, bir kutu şeker veya bir demet nergis ihtimali beşyüzde bir, bir tişört ihtimali ise binde bir bile değil… Gazeteye teşekkür ilanı verme ihtimali mi? Öyle bir ihtimal hala var mı, pek bilemiyorum ama herhalde olsa olsa… Onbinde bir ihtimal… Hayat boyu belki bir iki kere denk gelebilir. Üzülmeyin canım, yine de piyangodan büyük ikramiye çıkmasından daha kuvvetli bir ihtimal. Ola ki siz daha başarılı bulunan bir hekimsinizdir ve bu oranlar sizin için daha yüksek olabilir ama nereye kadar?

Tabii ki hastayı iyi ettiniz diye ille de bir şey beklemek gerekmez, ama bu bir manevi tatmindir. Doktorlar bu işi sürdürmek için para dışı motivasyonlara da ihtiyaç duyabilirler. Yoksa bir kilo portakala, bir kutu pastaya ya da bir kravata tabii ki hiçbir doktorun tenezzül edeceğini sanmam. Ama getirilen hediyenin maddi değeri değil manevi değeri bir doktor için daha önemlidir. O hediye, sizin, kendisi veya yakını için büyük ve önemli bir iş yaptığınızın farkında olunduğunu ve bunun için minnettarlık duyulduğunu size hissettirir. Ve bu tip hisler size, hiçbir paranın yaptıramayacağı işleri yapma gücü ve şevkini verir. “Doktor Bey (ya da Hanım), çok teşekkür ederim. Biliyorum, emeğinizin karşılığını ödeyemeyiz. Keşke imkânımız olsaydı da …”  deyip, sözün gerisini getirememe mahcubiyeti içinde, hastanenin önündeki manavdan zar zor denkleştirdiği parasıyla aldığı belli olan, kesekâğıdına doldurulmuş bir kilo elmayı usulca masanıza bırakıp, ürkek adımlarla ve minnet dolu bakışlarla odanızdan sessizce çıkıp giden bir hastanın (ya da yakınının) arkasından ne düşünürsünüz? Boğazınız düğümlenmez mi? Gözleriniz dolmaz mı? “Dünyanın bütün hediyelerini verselerdi, şu bir kilo elma kadar beni mutlu edemezdi.” diye hissetmez misiniz? “Şükürler olsun, iyi ki bu işi yapıyorum, iyi ki doktor olmuşum.” deyip işinize çok daha büyük bir hevesle sarılmaz mısınız? Çünkü hastanın verdiği hediyenin değeri para ile ölçülemez, farklı bir boyuttur. Diğer bütün mesleklerden farklı boyutu olan bir mesleğin mensubu olmanın gönenci, size ayrı bir güç ve şevk verir. Görmüşsünüzdür, bazı işyerleri, muhtemelen mecburiyetten, “Alın teri teşekkür ile ödenmez.” diye bir yazı duvara asarak müşterilerinden para alabilmeyi garantilemeye çalışırlar. Bu sözü doktorlar için tersine döndürmek gerekir: “Doktorun alın teri teşekkürsüz ödenmez.”

Bu arada muayenehaneci hekimler daha iyi bilirler ki, muayenehane hastalarında bu teşekkür, iltifat, hediye ve hatta gazeteye teşekkür ilanı verme oranları kıyaslanamayacak kadar daha fazladır. Aslında, “Nasıl olsa para ödedik, bir de teşekküre, hediyeye ne gerek var?” diye düşüneceklerini umarak, muayenehane hastalarında bu oranların, hastane hastalarına göre çok daha düşük oranlarda olmasını beklemek akla daha uygunken, neden tersi olmaktadır? Bu durum, muayenehaneye gelen hastaların daha varlıklı olduklarını ileri sürerek açıklanmaya çalışılsa bile, bir teşekkür ya da iltifatın maddi hiçbir değeri olmadığını göz önüne aldığımızda, bu açıklamanın pek de tatmin edici olamayacağı açıktır. İki grup arasında eğitim ve kültür farkı olduğu ileri sürülebilir ama bu da oldukça sübjektif (öznel) bir yargı olur, açıklamaya yetmez. Ama bu durumun mutlaka mantıklı bir sebebi olması gerekir.

Hepimizin bildiği gibi, paranın değiş-tokuş ve sermaye birikim aracı olmasının yanında çok önemli üçüncü bir fonksiyonu daha vardır: değer bildirme aracı olması. Yani bir bardak 10 lira, bir tabak da 30 lira ise, tabağın bardaktan üç kat daha fazla değerli olduğunu ya da bir aylık maaşımızla örneğin 100 tane bardak alabileceğimizi anlarız. Ama eğer bardağı size bedava vermişlerse, o zaman ne bir tabağın bardaktan ne kadar kıymetli olduğunu ne de maaşımızla ne kadar bardak alabileceğimizi bilemeyiz. Bardağın değeri bizim için meçhuldür. Dolayısıyla, muayenesi veya ameliyatı için hiçbir ödemede bulunmayan bir kişinin, anlamadığı böyle bir işin değerinin ne olduğunu bilebilmesi güçtür. Oysa muayenehane hastası hem bir muayenenin, hem bir işlemin ve hem de bir ameliyatın değerinin ne olduğunu bilir, çünkü parasını kendi cebinden ödemiştir. Değerli bir iş yapan insana karşı da minnetini belirtme ve saygı gösterme ihtiyacını daha çok duyar.

IV- Hasta İyi Olmadı   

Gelelim ikinci ihtimale, yani hastayı iyi edemezseniz ya da hasta kendisinin iyi edilemediğine inanıyorsa, o zaman durumunuz maalesef vahim…

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, durumunuzun vahameti sadece hastanın sağlığı ile ilgili sorunlardan da kaynaklanmayabilir. İstediği ilacı yazmamak, istediği tahlili tetkiki yaptırmamak, fazla bekletildiğine ya da kendisiyle yeterince ilgilenilmediğine inanmak gibi akla gelebilecek ve gelemeyecek birçok neden de size özel ilgi göstermesine sebep olabilecektir. Yine hasta yakınlarının hastalarını ziyaret saati dışında istedikleri zamanlarda ziyaret etme ısrarı, refakatçi alınıp alınmama konusunda sizin fikrinizden ziyade kendi fikirlerinin geçerli olması gerektiğine dair sarsılmaz inançları, hastalarına iyi bakılmadığına inanmaları, internetten öğrendikleri yarım yamalak tıbbi bilgilerle sizi kendi uygun gördükleri şekilde davranmaya zorlamaları gibi nedenlerle de topun ağzına gelebilirsiniz.

Bu durumlarda, sıralamada hissiyatınıza göre bir iki yer değişikliği yapılabilirseniz de, hafiften ağıra doğru aşağıdakiler sizi bekliyor demektir:

A-Yasal Saldırılar:

i-İlgili Makamlara Şikâyet Edilme.

ii-Dava Açılması (Ceza, Tazminat)

B-Sözel ve Davranışsal Saldırılar:

i-Memnuniyetsiz, pis ve tehditkâr bakışlar.

ii-Beddua, Sözlü Saldırı, Hakaret, Küfür, Tehdit.

 

C-Fiziksel Saldırılar:

i-Fiili Saldırı, Darp, Dayak.

ii-Sakat Bırakılma.

iii-Öldürülme.

 

 

Bu silsilenin basamaklarını kimi zaman yavaş yavaş kimi zaman da bir anda yıldırım hızıyla kat etmeye başlarsınız, artık hangi aşamada ne şekilde bu gidişatı durdurabilirsiniz ya da sıralamanın hangi basamağından direkt giriş yaparsınız bilemiyorum. Çünkü siz yapacağınızı zaten yapmışsınız ki bu duruma düşmüşsünüz, bundan sonra elinizde yapabileceğiniz bir şey kalmamıştır, inisiyatif tamamen karşı tarafa geçmiştir. Artık karşıdan gelecek hamleye göre pozisyonunuzu ve savunmanızı hazırlamaktan öte yapılabilecek pek bir şey kalmamıştır. Geçmiş ola...

 

V- Dayak mı Dava mı?

 

Bu yazıyı aslında “Hekimlere Fiziki Saldırılar” ile “ Hekimlerle Hukuki Mücadeleler”i birbirinden ayırarak iki ayrı yazı olarak yazabilirdim. Ama bunu tercih etmedim ve darp ile davayı, birbirlerinden ayırmadan beraber olarak ele almayı daha uygun buldum. Çünkü birçok hekim için hakkında soruşturma ya da dava açılması, fiziksel bir darptan daha ağır ve zedeleyici olabilir. Birkaç haftada geçecek bir darbın (tabii ki sakat bırakılma ve öldürülme dışındaki darbın) bedensel acısı (ruhsal, manevi acısı değil elbette), yıllarca sürüp uğraştıracak ve muhtemelen psikolojinizi bozabilecek bir davaya tercih edebilir. (Görüyorsunuz seçenekler pek parlak değil!) Darp ile dava ikiz kardeş gibidir, maddenin üç hali gibi, doktorlara karşı tepkinin iki farklı halidir. (Üçüncü hali de bir önceki bölümde belirttiğim gibi sözel ve davranışsal saldırılardır.) Hekimlerin algılayışı açısından dava da, hastanın hakkını aramasından ziyade, kendisine karşı yapılmış bir saldırıdır. Saatlerce uğraştığınız bir ameliyattan sonra kaybettiğiniz hastanın yakınları size emeğiniz için teşekkür edeceğine kalkıp da dava açmışsa, artık bu bir hak arama değil, düpedüz saldırıdır. Acısını, cehalet ve sağduyusuzluğun körüklediği temelsiz bir intikam alma isteği ile dindirme çabasıdır. Ayrıca hem darp hem de dava, hekimlerin davranış tarzlarında (ki bunları “Savunma Mekanizmaları” bölümünde ele alacağım.) aynı sonuçlara yol açmalarından dolayı da birbirlerinden ayrı ele alınmaları zordur.

      

Bu arada terminoloji ile ilgili de kafa karışıklığına meydan vermemek gerekir. Nasıl ki bir markete alış-veriş için girmiş bir müşteri, hırsızlık yaparsa, artık bir müşteri olarak değil bir hırsız olarak muamele görür, aynı şekilde hastaneye hasta ya da hasta yakını sıfatı ile girip de doktorlara ya da sağlık personeline ve görevlilere saldıranlar da artık birer hasta ya da hasta yakını sayılamazlar, onlar artık birer saldırgandır ve ona uygun muamele görmelidirler. (Hiçbir ceza falan gördükleri de yok ya…) Yine doktoru dava edenler de artık hasta ya da yakını değil, birer davacıdırlar ve gerektiği şekilde muamele edilmelidirler. Doktor ise her zaman doktordur, kendisine küfür de edilse, darp da edilse, dava da edilse…

 

VI- Olaylar ve Suçlular

 

Hasta birkaç ölümcül yerinden bıçaklanmış, hastaneye getirilmiş, ameliyat edilmiş, kurtarılamamış. Yakınları doktorlara saldırıyorlar, bıçaklayanlara değil.  Çocuk evde ortada bırakılan bir zararlı bir sıvıyı içmiş, zehirlenmiş, hastaneye getirmişler, kurtarılamamış. Yine suçlu doktorlar, ama hiçbir ebeveyni kendini sorumlu hissetmiyor. Sarhoş şoför yayayı ezmiş geçmiş, akrabaları kurtaramadınız diye acil servis çalışanlarına saldırıyor. Katil, sevdiği kadını önce kurşunlamış, ölmeyince ardından bıçaklamış, öldürmüş. Mahkemede kendini, “Sağlık görevlileri zamanında gelip müdahale etselerdi kurtulurdu.” diye savunuyor. (Gördünüz mü bakın esas suçlu kimmiş!)

 

…’da bir ‘erkek’ hasta yakını yine bir kadın doktora acımasızca arkadan saldırarakhayati tehlike oluşturacak şekilde darp etmiş.Bayan doktorun arkasını dönüp hastasının bakımı ile uğraşmasını fırsat bilerek kendisine olanca gücü ile saldırıp sırtını yumruklamış, kafasını duvara vurmuş ve arkasından da kendisine yardıma gelen personele bıçak çekmiş. Doktor hanımın hayati tehlikesi devam ettiğinden gözlem altına alınmış ve olayın şokunu atlatamadığından sürekli ağlamakta olduğu bildirilmiş. Vahşet mi desem, canavarlık mı desem bilemiyorum. Aslında diyecek söz var ama yazamıyorum.

 

Hele hele, bir vatandaş silahla vurulmuş, ilçenin hastanesine yaralı olarak getirmişler, nöbetçi doktor atılan saçmalarla damarları zedelendiği için üniversite tıp fakültesi hastanesine sevk etmiş, fakülte hastanesinde damar cerrahı bulunmadığı gerekçesiyle tekrar ilçe hastanesine geri getirilmiş ve maalesef kurtarılamamış. Vefat eden hastanın yakınları tarafından ölümün sorumlusu anında tespit edilmiş. Silahla vuran adam mı dediniz? Olur mu hiç öyle şey? Onun ne suçu var ki? Eninde sonunda silahını doğrultup ateş etmiş, bu da suç mu yani? Suç burada olsa olsa kimdedir? Evet, bu sefer bildiniz. Suçlu elbette, artık hemen hemen her zaman olduğu gibi, vurulmuş adamı kurtaramayan doktordur. Nitekim artık gelenekselleşmek üzere olan bu sıradan tespiti anında yapan vefat eden hastanın yakınları, doktoru linç etmek üzere, hastanenin önünde hemencecik toplanıvermişler. Belki de yüz kişilik galeyana gelmiş korkunç bir kalabalık… Sanırsınız ki seferberlik emri verildi, insanlar savaşa katılmak üzere toplanıyorlar. Fotoğrafı bile korkutucu… Düşünün içerideki doktorun yalnızlığını ve çaresizliğini… Yakınları, “Ölecek kadar kötü durumda değildi. Onun ölümünün tek sorumlusu doktordur. Sağlam geldiği hastanede kan kaybından öldü. Şimdi bu genci öldüren doktorun cezasını devlet versin, yoksa onu biz cezalandırırız.”demişler. Doktoru linç etmek için yaklaşık 2 saat acil servis önünde bekleyen öfkeli grubu sakinleştirmek için İl Emniyet Müdür Yardımcıları, devreye girmiş. Doktor, çevik kuvvet ekiplerinin yardımıyla güç bela hastaneden çıkabilmiş. Saçmalarla damarları ölümcül şekilde zedelenmiş hasta için hastaneye sağlam geldi demekten (sağlamsa zaten hastaneye niye getirildi?), ölümün tek sorumlusu olarak doktoru görmeye, “bu genci öldüren doktor” diyebilecek derecede aklıselimden yoksun ve cezasını da devlet vermezse kendilerinin vereceğini söylemeye varacak kadar dehşetengiz bir görüş açısına sahip yüzlerce insan… Aralarında, şifa niyetine, bir tanecik bile aklı başında, sağduyulu bir insanın, bir vatandaşın, bir vicdan sahibinin olmaması ne kadar hayret vericidir. Ne kadar üzücüdür. Geleceğimiz açısından ne kadar moral bozucudur. Toplumsal cinnet herhalde olsa olsa budur. Peki, bu arada adamı vurana ne oldu?

 

Eskiden çoğu hastanede bir polis ya da bekçi yeterli iken ve önemli bir kısmında o bekçi bile yokken, şimdi hastanelerin muhtelif bölgelerine dağılmış güvenlik şirketi elemanları eşliğinde sağlık hizmeti sunulmaya çalışılıyor. Bırakın doktorları, onlara bile saldırılıyor. İşte bir haber: “Ziyaret saati dışında yakınını ziyaret etmek için küfredip güvenlik görevlisine saldıran ve olay yerinden uzaklaştırılan hasta yakını, yaklaşık bir saat sonra ellerinde bıçak, tuğla, demir, sopa gibi cisimlerle gelen 15-20 kişilik bir grupla bu kez merkez acile saldırmış ve oradaki güvenlik elemanını darbetmeye çalışmıştır.” Bu da nesi böyle? Hastanede miyiz, savaşta mıyız?

 

Hasta ya da hasta yakını olmanın masumiyetinden aldıkları güçle, hayatlarında karşılaştıkları bütün haksızlıklara olan isyanını toptan ve çekincesiz olarak haykırabilecekleri bir yer ve ortam bulmanın şevkiyle saldırıyorlar sanki… Hastalıklarından dolayı düşmüş olduklarını düşündükleri mağduriyetin, artık her konuda kendilerine tartışmasız bir haklılık kazandırdığına inanarak saldırıyorlar. Eğer gerçekten bir mağduriyetleri varsa ki bu çok büyük bir ihtimalle hastalığın kendisinden ya da sistemden kaynaklanıyordur, sanki bunun sebebi müsebbibi doktorlarmış gibi saldırıyorlar. Hastaneleri, saldırganlıklarının tamamen hoş görülecekleri yerler mi sanıyorlar, ne?

 

Bütün bu saldırganlar, bu cesareti nereden alıyorlar?

 

Olaylar münferit olmanın çok ötesine geçmiş, adeta bir toplumsal histeriye dönüşmüştür. TTB’nin bu konu ile ilgili olarak hazırladığı raporda durum çok iç karartıcıdır: Her 4 hekimden 3’ünün meslek hayatının bir döneminde saldırıya maruz kalmış olduğunu, son 1 yıl içinde hekimlerin %68’inin işyerinde ortalama 7 şiddet içeren olaya tanık olduğunu bildirmektedir. Saldırı ve dava sayıları inanılmaz bir şekilde artış göstermektedir. Kısa bir süre sonra bu işin yapılamayacak bir hale gelmesi de kuvvetle muhtemeldir.

 

Ecelin zengin fakir, güçlü güçsüz ayrımı yapmadığı gibi, bu saldırılar da profesör pratisyen, şef asistan, erkek kadın, yaşlı genç gibi ayrımlar yapmamakta, topyekûn bütün hekimlere yönelmektedir. Acil servis çalışanları ve mesleki risk sigortasında 4.derece diye belirlenen branşlar daha yüksek risk taşısa bile, hiçbir statü, makam ve branştaki hekim bu saldırılardan muaf değildir. Nitekim birçok örneği yaşanmıştır.

 

Başka yerlerde kuzu olan insanlar, hastaneye geldiklerinde kurt kesilmektedir. Hastane dışında Dr. Jekyll olanlar, hastaneye girdikleri andan itibaren Mr. Hyde’a dönüşmektedirler. Kırmızı görmüş boğa gibi, beyaz gömlekli görünce huysuzlaşmakta ve saldırganlaşmaktalar. Zapt edilmesi ve laf anlatılması imkânsız bir “saldırgan-hasta” ve “saldırgan-hasta yakını” tipi türemiştir. Durum öyle bir hale gelmiştir ki, artık her hasta (ve yakını), aksi ispat edilene kadar, potansiyel bir saldırgan ya da davacıdır.

 

İşin en üzücü yanı, birçok örnekte de görüldüğü gibi, bu saldırganlara karşı toplumsal bir tepki olmaması, hatta sessiz ve tepkisiz kalınarak adeta bu saldırganların eylemlerine üstü kapalı bir onay verildiği hissi yaratılmış olmasıdır. Henüz saldırmamış olan ama saldırganlarla fikir birliği içinde olan, onları haklı gören, en ufak bir sağlık sorunu yaşadıkları taktirde kolaylıkla ve tereddütsüz saldırganların saflarına geçebilecek geniş bir kitle olduğu ortadadır. Böyle bir kitlenin varlığı, yetkili kişilerin gereken açıklamaları yapmalarını ve tavır almalarını bile engeller gibi görünmektedir. Bu durum saldırganlığı daha da teşvik etmekte ve azdırmaktadır.

 

İşin bir başka üzücü yanı da, kurunun yanında yaş da yanar misali, efendi, düzgün, doktorlara ve hastane çalışanlarına saygılı, tek dertleri hastalıklarının tedavi edilmesi olan hasta grubu da bu saldırganlaşan gruptan ayırt edilemediği için ve bu saldırganlar nedeniyle doktorlardaki hasta algısında bozulma meydana geldiği için zan altında kalmaktadır. Bu durumun nedeninin de doktorlar değil, saldırganlar olduğu açıktır. Yüzüne, tipine bakarak bir insanın hırlı mı hırsız mı olduğunu anlamak pek mümkün olmadığından, herkese karşı tedbiri elden bırakmamak şimdilik zaruri görünüyor. Aynen süpermarkete bir hırsız girecek diye herkesin kameraya çekilmesi gibi, uçağa bir terörist binebilir diye herkesin didik didik aranması gibi…  

 

VII- Doktorların Hiç mi Suçu Yok?

 

Nalıncı keseri gibi hep kendimize yontmak istemiyorum ama benim inancım şudur ki gerçekten suçu olan doktor çok azdır. Düşününüz ki bir doktor ancak şu üç konuda suçlanabilir:

1-Kasıt

2-Meslekte Acemilik

3-İhmal

 

Herhangi bir doktorun bir hastaya kastı olabileceğine inanamam. Böyle bir olay ne gördüm ne de duydum. Ne sebeple olursa olsun, bu kadar okumuş, tıp eğitimi görmüş, doktor ünvanı almış bir kişinin bilerek bir hastaya zarar vermesi mümkün değildir, elde edebileceği hiçbir şey yoktur. Böyle bir iş yapanın akıl ve ruh sağlığından şüphe etmek gerekir.

 

Meslekte acemilik ise sadece kişinin kendine bağlı bir olay değildir. Ülkenin en eski ve en gelişmiş fakültelerinde bile ciddi bir eğitim öğretim sorunu varken, gelişigüzel kurulmuş fakültelerde, gelişigüzel yetiştirilmiş doktorlara, doktorluk yapabileceklerine dair diploma verirken sorun yok, herkes memnun… Fakat bu doktorlar mesleklerini uygularken hata yaptıklarında acemilik yaptın diye kıyamet kopsun. Aman ne beklenmedik sonuç! Şaka mı bu? Aç aslanların önüne yalın kılıç atılmış gladyatör gibi, tıptan gerçekle uyuşmayacak ölçüde yüksek beklentileri olan bir toplumun içine bu koşullarda yetişmiş doktoru koyuver, sonra da otur, seyret. Bir doktoru meslekte acemilikten cezalandırmadan önce düşünmek lazımdır ki ondan önce sorumlu tutulması gereken en azından bir alay insan yok mudur?

 

Ve ihmal… İşte doktorların gerçekten suçlanabilecekleri yegâne konu. Ama bu bile yine eğitim ile yakından ilgili ve hekimin çalışma koşulları ile birlikte ele alınması gereken bir konudur. Acil bir hastaya çağırılmışken oturup çayını içmeye devam edip gitmemek başka, aynı anda başka bir acil hasta ile uğraşmakta olduğun için gidememek başka… Neyin ihmal, neyin komplikasyon, neyin tıbbın cilvesi ve neyin hastalığın doğal seyri olduğunun tespiti, hastanın ya da yakınlarının değil, ancak bu konuda gerçek anlamda uzman ve olaylara her yönüyle hakim kişilerin değerlendirebileceği bir durumdur. Ayrıca sistemden kaynaklanan aksaklıkların olaylara etkisinin belirlenmesi ve göz önüne alınması da doktor ihmali mi, sistem kurbanı mı tartışmasının bir başka yönüdür ve ehil ellerde objektif değerlendirmeler gerektirir.

 

%100 doktor hatası (100 vakanın 100’ü de doktor hatası) olarak görülen olaylar için ben farklı bir oranlama yapmak isterim. Şüphesiz bu tamamen ampirik (gözleme dayalı) ve sübjektif (öznel) bir oranlama olacaktır. Bu %100’ün bence en fazla %10’u gerçekten doktor kaynaklı hatadır. Geri kalanı %45’er olarak sistem aksaklığı ile tıbbın azizliği arasında eşit pay ediyorum. Meslekte acemilik de, yukarıda belirttiğim gibi, sistem kaynaklı bir sorun sayılmalıdır. Hastaların kendilerinden kaynaklanan hatalar bu oranlamaların dışındadır. Çok muhtemeldir ki sizin oranlamanız farklı olacaktır. Bu konuda yapılmış bilimsel çalışmalardaki oranlar nedir bilmiyorum ama sübjektivitesi çok fazla olsa da, hem bir referans zaruriyeti hem de kıyaslama yapmak açısından kendi oranlarımı vermek istedim.

  

Elbette her zaman hastalar ve yakınları doktorları şikâyet edebilir ve dava açabilirler, bu yasal haklarıdır. Ama bu yasal hakkın bu kadar gelişigüzel, bu kadar cahilce, bu kadar sık ve adeta bir öç, intikam alma ya da bir kazanç aracı olarak kullanılması işlerin düzgün yapılamayacak bir duruma gelmesine yol açmaktadır.

 

Bu bölümü bitirmeden istemeden de olsa girmek mecburiyeti hissettiğim can sıkıcı bir konu daha var. Epey zaman önce, yanlış hatırlamıyorsam Halit Ziya Uşaklıgil’in anıları olacak, okurken dikkatimi çeken bir yer oldu. Orada, yine hatırladığım kadarıyla, şöyle bir cümle vardı: “Bir doktor, başka bir doktorun reçetesini okurken yüzünü buruşturmasın, hayatımda görmedim.”. Demek ki yüz yıldan beri değişen pek bir şey yok diye düşünmeden edememiştim. Maalesef, hekimlerin birbirleri hakkında hastalara söyledikleri olumsuz sözler, hem genel olarak hekim imajına zarar vermekte, hem de bazen saldırganlık ve şikâyetler için bir sebep, çıkış noktası, bahane olabilmektedir. Bir hekimin, başka bir hekim hakkında söylediklerinin hasta üzerinde çok daha fazla etki yarattığını hepiniz bilirsiniz. Bir meslektaş için olumsuz ifadeler kullanırken, unutmamak lazımdır ki bir başka meslektaş da sizin için aynı tip ifadeleri kullanıyor olabilir. Artık bu işi, hele bu ortamda kökünden kesmek gerekir. Hiçbir meslektaşıma akıl vermek kuşkusuz haddim ve yetkim değil ama hiçbir meslektaş hakkında, vakta ki yanlış işler yapmış olsun, hasta önünde olumsuz sözler sarf etmekten kesin olarak kaçınmalıyız, aksi takdirde büyük veballer altında kalabiliriz. Her alanda mesleki rekabet elbette ki olacak, bu normaldir, ama kendi aramızda ve centilmence…   

 

 

VIII- Tıp Nedir, Bilen Var mı?

 

Belki de esas sorun tıbbın ne olduğu konusunda hastalarla doktorlar arasında ciddi bir anlayış farkının olmasından kaynaklanıyordur.

 

Hacı hoca, medyum, büyücü, cinci hoca, şeyh, kurşuncu, üfürükçü, falcı, muskacı, kâhin, vs gibi şahsiyetlere oldukça meraklı olan insanlarımız doktorları bunlarla karıştırıyor desem, bunları darp eden ya da dava açan olduğunu duymadım. Bir yandan da seviniyorum böyle olmasına, demek ki doktorlardan beklentileri daha fazla ki tıptan sükût-u hayale uğradıklarında bir tepki veriyorlar. Yani bilime inanış mevcut, ama bilimin ne olduğu konusundaki anlayış bulanık! Gerçi tıbbın başarılı olamadığı durumlarda son çare olarak yine bunlara gitmekten çekinmiyorlar, denemekle ne kaybedeceğiz ki diye düşünüyorlar belki… Kurşun dökerek büyüden ve nazardan korunmaya çalışan mı istersin? Kupa çekerek, adı sanı bilinmez otlar kullanarak sağlığına kavuşmayı uman mı ararsın? Uzmanlık alanlarını bilemeyeceğim ama Zuhurat Baba, Telli Baba, Susuz Dede, vs. gibi türbelerin dertlerine derman arayan insanlarla dolup taştığını gördükçe yaşayanlardan ümidi kestiler de artık ölülerden mi medet umuyorlar diye düşünmeden edemiyorum. Acaba istekleri yerine gelmediğinde, dertlerine derman bulamadıklarında onlara da isyanlarını dile getiriyorlar mı bilemiyorum.

 

Oysa tıbbın bu tip insanüstü ve inanç ile ilgili bir faaliyet olmayıp, tamamen insani ve bilimsel bir iş olduğu anlaşılabilse çok önemli bir ilk adım atılmış olacak. İkici adım ise, bu işin hiç de garantili ve her zaman olumlu yönde gidecek bir iş olmadığının anlaşılması… Üçüncü adım da, doktorun tanrı değil, bir insan olduğunun kabul edilmesi… Bu kadar basit. Saldırgan bilmelidir ki doktor da aynen kendisi gibi bir insandır ve ne kadar eğitilmiş olursa olsun her insan gibi hata yapabilir. Nasıl ki hayatı boyunca hiç hata yapmadan yaşayabilmiş bir insan yoksa aynı şekilde meslek hayatı boyunca hiç hata yapmamış bir hekim de yoktur. İhmali yok ve iyi niyeti varsa, doktorun yaptığı her hata bağışlanmalıdır, hoş görülmelidir. Çünkü hata, teşhis ve tedaviye dâhildir.(Aynen Attila İlhan’ın “Ayrılık Sevdaya Dâhil” dediği gibi). Doktorun da her insan gibi iyi ve kötü günlerinin, dinç ve yorgun olduğu zamanlarının, eksikliklerinin, hatalarının olabileceği ve ona başvurulduğunda bütün bu durumlarının ve hastalığın kendinden kaynaklanan sonuçların kabul edildiğine dair açık ve kesin bir mutabakat (uzlaşma) olmazsa bu iş nasıl sürdürülebilir? Aksi akla, mantığa ve bilimselliğe aykırıdır. Sistemden kaynaklanan aksaklıkların da doktorun sırtına yüklenmeye çalışılması hiçbir sorunu çözmez. Ama saldırganın gözünde, ister hastalık tedavi edilemez nitelikte olsun, ister sistemde ciddi bozukluklar olsun, ister hastanın kendisinin ya da yakınlarının ihmali ve sorumluluklarını yerine getirmemeleri nedeniyle hastalık baş edilemez bir hale gelmiş olsun, her zaman için faturanın ödetileceği bir tek kişi vardır: doktor! Çünkü güçleri bir tek ona yetmektedir. Böyle iş olur mu?

 

Kalp krizi geçirmiş, trafik kazasında yaralanmış, karnından bıçaklanmış, vs. bir hastanın son nefesini vermeden önce hastaneye yetiştirilmesi, o hastanın artık kurtulmuş olduğu anlamına gelmez. Hastaneye duhul edilinmiş olması, yaşam garantisi vermez! Tıpta iyileşme garantisi yoktur. Pekala hastanede yatmakta olan, ameliyat edilen, tedavi edilmekte olan her hastanın iyileşememe ve ölme ihtimali söz konusudur. Hastaların ve yakınlarının anlaması gereken budur.

 

Baştan ayağa her tür muayene ve kontrolü yapılmış ve sağlam çıkmış bir kişi, hastanenin kapısından çıkarken kalp krizi geçirip ölebilir. Bir saat önceki muayenesinde karnındaki bebeğin hareketlerini hisseden, kalp atışlarını duyan ve bebeğinin sağlıklı olduğu öğrenen bir anne adayı, bir saat sonra bebeğinin artık yaşamadığını öğrenebilir, hem de hiçbir sebep bulunamadan… Mükemmel yapılan bir ameliyat sonrası, bir pıhtının akciğeri tıkaması sonucu hasta kaybedilebilir. Henüz bütün hastalıklara ve ölüme çare bulunamamıştır ve yakın bir gelecekte bulunacak gibi görünmemektedir. Hastalar ve yakınları beğenmese de isyan da etse gerçek budur. Kendilerini bu gerçeğe alıştırırlarsa belki o zaman doktorlara daha insaflı davranabilirler.

 

Hâlbuki hâlihazırdaki anlayış bunun tam tersidir. 85 yaşındaki teyzenin bir kutu ilaçla kemik erimesinden kurtarılmasının istenmesinden, vücudunun her yerine yayılmış kanserin bir iğne ile hemencecik iyileşmesini ve hatta kalp krizi nedeniyle hastaneye ölü duhul girişi yapılmış cenazenin diriltilip hastaneden yürüyerek çıkmasını ummaya kadar beklentinin sınırları doktorların, ilaç sanayinin, teknolojinin, sağlık sistemi organizasyonunun ve bilcümle tıbbın bugünkü düzeyinin çok ötesine taşmış, Tanrı’yı zorlar hale gelmiştir. Neredeyse “İyi olursa Allah’tan, kötü olursa doktordan” ve “Her iyi olmayan hastanın ve ölümün sorumlusu bir doktor mutlaka vardır” anlayışı toplumun ortak yargısı haline gelmiştir. Toplum nazarında artık “tıbbi komplikasyon” yoktur, sadece “doktor hatası” vardır.

 

    

 

IX- Hak ve Hukuk

 

12 Mart’ın (1971) Genelkurmay Başkanı, o dönemin durumunu kendince açıklamaya çalışırken tarihe mal olmuş meşhur bir söz sarf etmiştir: “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı.” Şimdi bugünkü sağlık ortamını bu söze nazire yaparaktan değerlendirirsek herhalde şöyle dememiz gerekecektir: “Halkın tıptan beklentisi, tıbbın bugünkü düzeyini aştı.” Yine maalesef ve ne yazık ki ortalama okula gitme süresinin 3,5 yıl civarında olduğu ve muhtemelen %90’ının hayatında doğru dürüst tek bir kitap bile okumadığı bir toplumun bütün hastanelerinde duvarlar “Hasta Hakları” afişleri ile doktorları ve personeli nerelere, nasıl, hemencecik şikâyet edivereceklerini gösteren levha ve panolarla donatılmıştır. Hastanelerin şikâyet mercileri, sudan sebeplerle şikâyetlerle dolup taşmaktadır: “Bana arkasını döndü.”, “Bana yan baktı.”, “Oturmuş çay içiyordu.”, “Geç geldi.”, “Erken gitti.”, vs. Bir “Giderken arkamdan su dökmedi.” demedikleri kaldı… Şikâyetin bu kadar kolaylaştırılıp, adeta teşvik edilir hale getirilmesi, hastaları şikâyet müptelası, doktorları da şikâyet şaşkını yapmıştır. Hemen hemen aklınıza gelebilecek her alanda hakkını arama konusunda son derece çekingen, ürkek ve isteksiz davranan halkımız, nedense sıra doktorlara ve sağlık personeline geldiğinde adeta aslan kesilmekte, bırakın hakkını almayı, elinden gelse adamın canını alacak kadar heveskâr olmaktadır. Olay bu yönüyle zaten başlı başına derin bir psikolojik ve sosyolojik incelemeyi hak etmektedir.

 

Hastanelerdeki Hasta Hakları Birimleri'ne yapılan başvuru sayısı, 2005 yılına göre, 2009 yılında 3 kat artmış. Ne diyelim şimdi?Bütün bu şikâyetlerin, davaların hepsi samimi mi yoksa arabanın önüne kendini usturuplu bir şekilde atıp, yaralanma numarası yaparaktan, şoförden para koparmaya çalışan uyanık tipinin yerini tedaviden zarar gördüm diye doktordan para koparmaya çalışan hasta tipi mi alıyor, belli değil. Hele bu mesleki risk sigortasının bir farkına varılsın, tahmin ediyorum dava sayıları patlayacak, bu yolu geçim kapısı yapmaya çalışan insanlar türeyecektir.

 

İnternette “Doktor Mağdurları (www.doktormagdurlari.com)” diye site bile kurulmuş. Doktorların gazabına uğradıklarına inanan insanlar burada birbirlerine ve kamuoyuna içlerini döküyor, haklarını nasıl arayacakları konusunda bilgi alış verişlerinde bulunuyorlar, örnek bir dayanışma gösteriyorlar. Üşenmemişler, uzun uzun anlatmışlar. Doktorların ve hastanelerin isimlerini, daha suçları hiçbir mahkeme tarafından kesinleştirilmemiş olmasına rağmen, açık açık yazıyorlar, suçluyorlar. Avukatlar yol gösteriyorlar, akıl veriyorlar. (Bu arada haklarını yememek lazım, suçlanan doktorlara da söz hakkı vermişler.) “Deprem Mağdurları”, “Sel Mağdurları”, “İflas Eden Bankaların Mağdurları” vs duymuştum da “Doktor Mağdurları” beni gerçekten şaşırttı. Yani doktor kurbanı o kadar büyük bir kitle var ki site kurma ihtiyacı doğmuş. Üstelik doktorlarla mücadele cephesinde, internette bir site açmak gibi son teknoloji ve imkânlardan da faydalanma yoluna giderek, bayrağı bir üst basamağa taşımanın kıvancını da duyuyorlardır herhalde. Ne de olsa doktor dövmek ve öldürmekten daha uygarca bir girişim…

 

Yanlış da anlaşılmasın, ben kendilerine karşı falan değilim. Kanun ve saygı sınırları içinde kalmak şartıyla herkes görüşünü, düşüncesini, yanlış da olsa, açıklama ve savunma hakkına sahip olmalıdır. Ama bence terminolojide bir değişiklik yapsalar daha iyi ve anlaşılır olabilirlerdi. Nasıl ki “kazazedeler”, “depremzedeler”, “bankazedeler”, vs. diyoruz, bu sitenin müdavimleri için de olsa olsa herhalde tek bir terim kullanılabilir: “doktorzedeler”. Fakat burada da ilginç bir paradoks sırıtıyor. “Müteahhitzede (müteahhit mağduru)” demiyoruz, “depremzede (deprem mağduru)” diyoruz, “bankacızede (bankacı mağduru)” demiyoruz,  “bankazede (banka mağduru)” diyoruz. İş doktorlara gelince tam tersi oluyor, önceki örneklere göre “hastalıkzede (hastalık mağduru)” denilmesi gerekirken, “doktorzede (doktor mağduru)” demek çok daha uygun geliyor herkese. Zihinler nedense burada farklı işliyor.

 

Bir de “Hasta Hakları Derneği” var, hastaların doktorlardan haklarını almak, hastaları doktorların vereceği zararlara karşı korumak için. “Tüketici Hakları Derneği”nin bir alt şubesi falan değil, başlı başına ayrı bir dernek kurulmuş, demek ki ciddi bir ihtiyaç hâsıl olmuş. Niçin “Mükellef Hakları Derneği”, “Müvekkil Hakları Derneği”, “Sanık Hakları Derneği”, “Kiracı Hakları Derneği”, vs. gibi dernekler yok? Niçin “Hakim ve Savcı Mağdurları”, “Öğretmen Mağdurları”, “Avukat Mağdurları”, “Müteahhit Mağdurları”, “Tapucu Mağdurları”, “Belediye Mağdurları”, “Yol, Su, Kanalizasyon Mağdurları”, vs. gibi internet siteleri yok. Bu millete tek sıkıntı veren doktorlar mı? Yoksa bizim mesleğimiz özelliği gereği halkın gözünde hepsinden ayrıcalıklı ve özellikli bir yere sahip de o nedenle mi hata istemiyor, yapılan hataları hoş görmekte zorlanıyor. Ama öyle özellikli yeri olan bir meslekse o zaman neden herkes doktorların kazandıkları paraya ki hepinizin bildiği gibi sonuçta bu para doktorların büyük çoğunluğu için son derece mütevazidir, kafayı bu kadar takıyor onu anlamak mümkün değil. (Nitekim bu sitelerde, doktorların aldıkları maaşları, paraları dillerine dolayanlara, kendi maaşlarıyla kıyaslamalar yapanlara oldukça sık rastlanıyor. Onlara sormak lazım, kendileri her ne iş yapıyorlarsa, bugüne kadar işlerinde hiç hata yapmamışlar mı ki fellek fellek doktor hatası arıyorlar. Doktorlardan çok daha fazla para kazanan tonla insan var, onlar da hiç hata yapmıyorlar mı?) Özellikli, fedakâr ve çalışkan olacaksın, hata yapmayacaksın, para kazanmayacaksın! Herhalde istenen bu. Başlı başına bir araştırma konusu değil mi?

 

Hadi bizde “Doktor Hakları Derneği” ya da “Hasta Mağdurları” veya “Hastazedeler” diye internet siteleri kuralım desek… Hastane panolarına, duvarlarına “Doktor Hakları” diye broşürler assak… Gazetelerde televizyonlarda doktorlara saldıran hasta ve yakınlarının cezalandırıldıklarına dair yayınlar görsek… Doktorlara haksız yere açılan davalara karşı açılmış karşı-davaları kazanan doktorların haberleri dolaşsa ortalıkta… Saldırıya uğrayan doktorlar için, tabip odaları dışında, ilgililer, yetkililer, devlet adamları, STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşu) açıklamalar yapsa… Nasıl olur?

   

Hukuki olarak da doktorlar, katiller ve azılı suçlular ile birlikte TCK’nın (Türk Ceza Kanunu) ilgili maddelerine “eti senin kemiği benim” formatında teslim edilmişlerdir. Hastalardaki doktorlara karşı bu kinci ve intikamcı yaklaşımlar, mevcut hukuk düzeninin hekim aleyhtarı yapısı ile birleşince ortaya inanılması güç bir dehşet tablosu çıkmaktadır. Hapis ve astronomik para cezaları birbirini izlemektedir. Velhasıl, bugünkü sağlık ortamının yasal perspektifini de generalin aynı söz kalıbına oturtarak dememiz gerekir ki: “Hukuki gelişme sosyal gelişmeyi aştı.”… Hem de bayağı aştı.

 

Nitekim konuşmalarımızda önceden pek geçmeyen cümleleri oldukça sık kullanır ve duyar olduk: “Savcı beni çağırtmış.”, “Müfettiş savunmamı aldı.”, “Yarın mahkemem var.”,  “Karakola ifade vermeye gidiyorum.”, “Avukatla görüşmeden geliyorum.”, “Bana dava açmışlar ama sebebini anlayamadım.” mukabilinden sözler sıradanlaştı.  Hâlbuki eskiden bir hekimin bu durumlara düşmesi ne kadar nadiren rastlanan bir durumdu. Yakın bir gelecekte, dava tehdidine maruz kalmamış hekim bulmak neredeyse imkânsız hale gelecek. Hakkında bizim kadar dava açılan başka bir meslek grubu var mıdır bilmiyorum. Sanki ciddi bir suç şebekesinin azılı elemanlarına dönüştük. Hekimlik bütün meslekler içinde adeta en tehlikeli meslek grubu haline geldi. Düşünün ki yasayla kendini sigortalamak zorunda bırakılan başka bir meslek grubu yok. Bizim güzel ve zor mesleğimiz, bilgeliğin cahilliğe, sevgi saygının hoyratlık ve değerbilmezliğe yenildiği bir ortamın kurbanı olmuş gibi… Artık mesleğin cilveleri yanında, hukukun cilvelerini de hesaba katmadan adım atmanın mümkün olmadığı bir yolun yolcusu durumunda buluverdik kendimizi...

 

Biz kumar oynamıyoruz ki, hasta bakıyoruz, ameliyat yapıyoruz. Üstelik kumarda kazanma ihtimali de vardır, hâlbuki hasta bakarken bizim kazanacağımız bir şey de kalmadı artık… Ne takdir, ne övgü ne de para… Sadece kaybetme ihtimali olan bir kumara dönüştü işimiz… Yaşamlarını sürdürebilmek için, yapabilecekleri başka bir şey kalmayıp mecburen bu kumarı oynamak zorunda kalan insanlardan ne düzeyde hizmet beklenebilir ki? Oluşan bu sosyal ve hukuki ortam, ister istemez hekimleri çekingen ve hatta korkak hale getirmiştir. Türkiye’deki 100.000’in üzerindeki hekimin hemen hemen hepsine bu korkunun, değişik derecelerde de olsa, sirayet ettiğine ve çoğunun mesleklerini bu korkuyu iliklerine kadar hissederek uygulamak mecburiyetinde kaldıklarına inanıyorum.

 

X- Savunma Mekanizmaları (Defansif Tıp Dedikleri)

 

Üstelik sanıldığı gibi bu ortamın yegâne kurbanları hekimler değildir. Oluşan bu ortamın gerçek kurbanı aslında hekimlerden çok bizatihi toplumun kendisidir. “Avcı avlamak için bin türlü yol biliyorsa, av da kaçmak için bin türlü yol bilir.” özdeyişine uygun olarak hekimlerin kendilerinin hedef olarak alındıklarını hissettikleri anda adeta bir refleks olarak savunma mekanizmaları geliştirmekten başka çareleri kalmamıştır. “Defansif Tıp” dedikleri bu olsa gerek. Ne de olsa, etki tepkiyi doğurur.

 

Elbette geliştirilen bu savunma mekanizmalarına tamamıyla ve sadece doktor saldırılarının neden olduğunu söyleyebilecek durumda değilim. Ekonomik boyutu var, eğitim boyutu var, idari boyutu var, hukuki ve sosyal boyutları var. Her biri ayrı bir tartışma konusu… Fakat ilginç olan, doktorların ekonomik olarak kıskaca girme süreçleriyle bu saldırıların bu denli artış gösterme süreçlerinin bu kadar paralellik göstermesidir. Ne olmuştur da daha önceden “huzuruna çıkılan insan” imajından, “suratına yumruk indirmekte hiçbir sakınca görülmeyen insan” imajına bu denli hızlı bir geçiş yapılmıştır.

 

İhtimaldir ki, doktorların ekonomik ve sosyal güç kaybı, hukukun da saldırganlığa üstü kapalı cevaz verir görüntüsü, ilgili ve yetkililerin de bu tip olaylara karşı önlem almada sessiz, isteksiz ve kararsız davranmaları, hatta zaman zaman doktorlar hakkındaki olumsuz konuşmaları, saldırganları cesaretlendirmiş ve pervasızlıklarına (çekinmez, sakınmaz, korkusuz olmalarına) yol açmış olmalıdır. Yazılı ve görsel medyanın her tür tıbbi komplikasyonu doktor hatası haberi olarak, abartarak ve sansasyonel bir şekilde vermesi ve adeta pehlivan tefrikasına dönüştürüp bazen günlerce sürecek şekilde tek yanlı yayınlarını sürdürmesi de insanların doktorlar hakkındaki algılamalarını menfi olarak etkilemektedir.

 

Bütün diğer faktörler bir yana, doktorlara ve sağlık personeline yapılan saldırıların, bu savunma mekanizmalarının ortaya çıkmasının en önemli ve başta gelen nedenlerinden biri olduğu kuşku götürmezdir. Hekimler arasında yapılacak bir anket bu durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serecektir. Bu kadar şikâyet, bu kadar dava, bu kadar darp… Ne olmuştur? Doktorlar şimdi hastalara daha iyi mi bakmaktadırlar? Doktorluk bir istek ve gönül işidir. Hayatta, isteksiz ve gönülsüz bir doktora muayene ya da ameliyat olmaktan daha moral bozucu çok az şey vardır. Doktorlarla inatlaşarak, kavga ederek çözülebilecek bir sağlık sorunu ve iyi işleyebilecek bir sağlık sistemi tasavvur edebilmek herhalde pek mümkün değildir.

 

İşin en üzücü yanı ise geliştirilen bu savunma mekanizmalarının hem hastalara hem de topluma gizli ve ağır bir maliyet yüklemesidir. Çoğu kimse de bu gizli maliyetin farkında bile değildir. Hâlbuki en tehlikeli maliyet, farkında olunmayan maliyettir.

 

Hasta ile karşılaşma anında, kendini koruma içgüdüsüyle hekimlerin zihinleri gittikçe normal çalışma rotasından sapmaktadır. Korku insan davranışlarını etkiler, normalde yapmayacaklarını yaptırtır. Çoğunu sizlerin de iyi bildiğiniz hekimlerin geliştirdikleri bu savunma mekanizmalarının neler olduğunu tespit etmeye kalkıştığımızda maalesef aşağıdaki hazin tablo ile karşılaşmak hem üzücü hem de düşündürücüdür:

 

1-Reddetme: Hastayı kabul etmemek için bahaneler bulma: doktor yok, tamirat var, alet çalışmıyor, kuvöz yok, yoğun bakım yok, vs. Zaten bunlar genellikle doğrudur. Ne kadar az hasta ile karşılaşırsan, risk o kadar azalır.

 

2-Başka yere yönlendirme (Sevk): Orası daha iyi oraya gitsen daha iyi olur. Bak burada alet, edevat, cihaz vs yeterli değil. Bu şekilde hasta oradan oraya dolaştırılıp durur. Hele hele sorunlu, zorlu, acil hastalar, adeta kimsenin dokunmak istemediği elden ele atılan bir yakar top gibidir. Hastaneden hastaneye, o olmazsa, aynı hastanede servisten servise gider gelir, kimse elinde tutmak istemez. Doktorlar arasında anlaşmazlıklara, itiş kakışa neden olur. (Hâlbuki bu hastalardan hiçbir şekilde kendilerine bir zarar gelmeyeceğinden emin olsalar, bu hastaları tedavi etmek için doktorlar sıraya bile girebilirler.)

 

3-Hasta Seçme: Sadece sorunsuz, uyumlu, kolay teşhis ve tedavi edilebilir hastaları kabul edip, bunların dışında kalanları reddetme ve sevk etme seçeneklerine yönelme.

 

4- Her şeyi kabul etme (Kaçış Yok, Mecburi Kabulleniş): Reddedemediniz. Sevk de edemediniz. O zaman yapacak tek bir şey kalıyor: yatırmak! Yatırmaktan kaçınmayınız. En tehlikeli hasta eve yollanan hastadır. Evde veya yolda başına gelebilecek her türlü melanetin sorumlusu sizsiniz, unutmayın. Hele hele yatmak isteyen hastayı yatırmamak bir nevi intihar etmek sayılabilir. Ateş düşürücü verip eve yolladığınız çocuk menenjit, karnı ağrıyan hasta perfore apandisit, başı ağrıyan hasta beyin tümörü, normal dediğiniz gebe ertesi gün missed abortus ya da IUMF (in utero mort fetal) olarak geri gelirse yandığınızın resmidir. Kimseyi (ne hastaları, ne yakınlarını, ne müfettişleri, ne bilirkişileri, ne savcıları ne de hâkimleri), “Tıpta olur böyle şeyler, kafaya takmayın.” falan diyerek ikna edemezsiniz. Hangi hastanın yatırılıp hangisinin yatırılmaması gerektiğini ise %100 isabetle ancak Tanrı bilir, henüz tıp bu ölçüde kalifiye olamamıştır. Bu arada Tanrı olmadığınızı söylememe bilmem lüzum var mı? Bu yüzden yatırmayıp evine yolladığınız her hasta artık sizin için her an patlayabilecek pimi çekilmiş bir bombadır. Yolladığınız sayıda, yollarda gezen, evlerinde oturan binlerce bombanın arasına balıklama dalmış olacaksınız. Er ya da geç bu cüretkâr davranışınızın bedeli, bombalardan sadece biri bile patladığı an yıllarca hapis ve milyarlarca lira para cezası olarak size geri dönecektir. Zaten bunun da bir kez olması yeterlidir, çünkü maddi, manevi, ruhsal, sosyal, ailevi, mesleki, velhasıl aklınıza gelen her açıdan perişan olacağınız için çoğunlukla ikinci bir darbe yemenize gerek kalmayacaktır. Tabii ki bu arada öldürülmemişseniz.

 

5-Taburcu etmeme: Yatmış hiçbir hastayı, ne kadar iyi olursa olsun, imza almadan sakın taburcu etmeyin. Hastane dışında başına gelebileceklerin sorumlusunun da siz olduğunu unutmayın! Bırakın ne kadar kalırsa kalsın, eninde sonunda illallah diyecek ve kendi çıkmak isteyecektir. İmzayı attırıp hemen çıkarın, fikrini değiştirmeden. Yeni hastaları yatırmak gerekecek, yatak lazım. (Hastanın attığı imza bile sizi ne kadar korur bilemiyorum. Sonuçta hasta imza atsa da, hastalığı taburculuğa uygun olmadığı halde sizi dinlemeyip hastaneyi terk etmişse, muhtemelen yine sırtınıza sorumluluk yüklenecektir. Ne kadar işe yara bilemiyorum ama ayrıca bir tutanak tutmanız da menfaatiniz icabı olabilir.)

 

6-Her tür tahlili, tetkiki istemek: Tahlil ve tetkik istemenin sınırı yoktur. İnsanlar araştırılmaktan hoşlanırlar ve makinelere inanma eğilimleri, doktorların elleri ve gözleri ile yaptıkları muayenelere inanma eğilimlerinden fazladır. Laboratuar, röntgen, ultrason, BT, MR, vs. İsteyin isteyebildiğiniz kadar. SGK ödemezmiş, sınır aşılırmış, vs. Bunlar sizin sorununuz değil. Başınız derde girdiğinde ne SGK yanınızda olacaktır ne de bir başkası… Unutmayın, başınızı derde sokacak olan istediğiniz değil, istemediğiniz tahliller ve tetkikler olacaktır. Mahkemede “Niye istedin?” diye değil “Niye istemedin?” diye soracaklarını tahmin etmek için fazla zeki olmaya gerek yok herhalde.

 

7-Her tür konsültasyonu istemek: Ne kadar çok konsültasyon isterseniz o kadar iyidir. Konsültasyon hem teşhis ve tedavi ihtimallerinizi artıracaktır hem de yanlış teşhis ve tedavi durumunda tek hedef olmaktan kurtulmanızı sağlayacaktır. Böylelikle dava açıldığında konsültasyon istediğiniz hekimlerle birlikte ortak avukat tutup masraflarınızı bir miktar azaltmış olursunuz, alacağınız ceza da bölünmüş olur. Hasta ya da yakınları dava değil de dayak, bıçaklama, kurşunlama gibi diğer yolları tercih ederlerse en azından hedef şaşırtmış olursunuz, adamlar kimi vuracaklarına karar verene kadar kaçarsınız.

 

8-Sık Kontrola Çağırma: Reddedemediğiniz, sevk edemediğiniz ve yatıramadığınız hastaları kısa aralıklarla sık sık kontrola çağırmak riski azaltır. En azından hasta size ilgisiz demez. Hele hele bu sık kontroller, tahlil, tetkik ve konsültasyonlarla zenginleştirilirse riskiniz oldukça azalır.

 

9-Hastaya Teslim Olmak (Hastanın her istediğini yapmak): Hastanın her istediğini yapacaksınız. İstediği ilacı yazacaksınız. Tahlil, tetkik, röntgen, ultrason, yatış isteği, vs. ne istiyorsa… Şikâyet edilme ihtimaliniz ciddi oranda azalır. Maazallah, hastanın sizden istediği halde yapmadığınız bir işlem, bir tetkik ya da tahlilin, iş işten geçtikten sonra gerekli olduğu anlaşılırsa, yandınız ki ne yandınız!

 

10-Riskli ameliyatları yapmamak: Riskli ameliyatlarla uğraşmayın. Bir bahane bulun sevk edin. Nasıl olsa bir heveslisi çıkar. Doktorluk gururunuz da incinmesin. Gün kahramanlık günü değil. Hevesinizi ileride bu durumların düzeldiği, doktorlara saygı ve güvenin arttığı güzel günlere (öyle günler olursa!) saklayın. (Bu arada eski günleri anmaktan ve “Hey gidi günler hey” demekten kendimi alamıyorum. Herkes en zor, en büyük ameliyatı yapmak için birbiri ile yarışır, büyük ameliyat yapmanın hazzını ve gururunu duyabilmek, zor vakaların doktoru olabilmek için çırpınırdı. Whipple’ın, Miles’ın, Wertheim’ın müptelaları vardı. Tıbbın sınırlarında dolaşmanın havası başkaydı. Böyle böyle az megaloman(!) yetişmedi. Kuşkusuz hala bu işleri yapan değerli hekimler var. İyi ki varlar, olmasalar ne olurdu? Ama o zamanlar, bu ameliyatları yaparken hiç kimsenin aklına “Hastaya bir şey olursa yakınları beni döver mi ya da dava ederler mi?” diye bir soru gelmezdi. Düşünülen tek şey, işin en iyi şekilde yapılmasıydı.)

 

11-Korkak ameliyat yapma (Gizli kaçış, Ameliyatı küçülterek yapma, Minimalizasyon): Riskli ameliyat yapmak zorunda kalırsanız mümkün mertebe riskli bölgeleri es geçin. Bir teşekkür bile alamayacağınız zorlu bir kanser ameliyatında 100 tane lenf nodu çıkaracağım, hastaya mümkün olan en uzun sürvi ve en iyi yaşam kalitesini sağlayacağım diye uğraşıp mortalite ve morbiditeyi arttıracağınıza ve yıllarca mahkemelerde ceza ve tazminat davalarıyla uğraşıp çoluk çocuğunuzu zerzebil edeceğinize, 10 lenf nodu ile yetinip, işi tadında bırakmak, sizin açınızdan daha akıllıca bir tercih değil midir? Dediğim gibi, kahramanlığın sırası değil… Zaten ne yaptığınızı kim anlayabilir ki? Beğenmeyen gelsin kendisi yapsın!

 

12-Hastadan yapamayacağı şeyler istemek: “Zayıfla!”. “BT çektir!”. “Stresten uzak dur!”. “Amerikan Hastanesi’nde şu tahlili yaptırıp geliver.”. “Bundan böyle içki, sigara yok!”. “İlacını dakikası dakikasına tam vaktinde alacaksın, hiç şaşmayacak.”. “Her sabah 1 saat yürü!”. “Hiç kalkmadan yat!”. “Amerika’da bu işi çok iyi yapan bir merkez var, keşke burada olsaydı, hani imkânınız varsa…”. vs. Böylelikle iyileşemediğinde hiç olmazsa “Bak ben sana söylememiş miydim?” ya da “Ne demiştim ben sana, sen kalkmış ne yapmışsın!” veya “Yahu sen de söylediğim, istediğim hiçbir şeyi yapmamışsın, bir de kalkmış iyileşmeyi bekliyorsun.” gibi kendinizi haklı çıkarmada kullanabileceğiniz birkaç argümana sahip olabilirsiniz.

 

13-Kendini Kötülemek: “Artık gözlerim de pek iyi görmüyor, inşallah ameliyatında bir sorun çıkmaz.”, “Ne? Neee dedin? Duyamıyorum. Bu arada göğsünü aç da bir kalbini dinleyeyim bakayım ne varmış.”, ”Belin mi ağrıyor? Benim belim de beş yıldır ağrıyor, bir çare bulamadım.”. Herhalde o hasta sizi bir daha pek görmek istemeyecektir. Maalesef durum öyle bir hale geldi ki, en iyi hasta, sizinle hiç karşılaşmayan hasta oldu.

 

14-Psikolojik Mücadele:

      a-Tartışmayın: Tartışmaya girdiğiniz anda kaybetmeye mahkûm oldunuz demektir. Dayanmak çok zor ama tartışmaya girmeyin. İnsanlarımız horoz dövüşünü pek severler, siz dövüşen horozlardan biri olmamaya gayret edin. Hep alttan alın.

      b-Söylediklerine hep hak verin. Hastalarımız şikayetçi olmayı da çok severler ve kolay kolay memnun olmazlar bilirsiniz. Hastaneniz çok kalabalık. Evet kalabalık. Tuvaletleriniz çok pis. Evet, maalesef pis. (Sanki biz pislettik falan demeyin sakın!) Çok hızlı baktınız, bu kadar kısa muayene mi olur? Evet haklısınız. Sırada beklemekten sıkıldık, ne kadar yavaş bakıyorsunuz. Evet, biraz hızlanayım. Az tahlil istediniz. Doğru. Çok tahlil istediniz. Doğru. Aksi yöndeki bir sözünüz otomatikman bir tartışmanın fitilini ateşleyebilir, hiç gerek yok. Nabza göre şerbet vermeye devam… Artık önemli olan haklı çıkmak değil, sağ salim olabilmek, hayatta kalabilmek!

c- “Nereden Nereye” bölümünde söz ettiğim gibi, saygısızca algıladığınız hareketleri görmezden gelin, sinirlerinizi sağlam tutun. Alışamamış olsanız da alışmış gibi davranın, ne yapacaksınız, hangi biriyle mücadele edeceksiniz? En iyisi bu tip davranışları görmezden gelmek, elden geldiğince aldırmamak, yok farz etmek, üstünde durmamak, kafaya takmamak, düşünmemek… Yapacak başka bir şey yok… Neticede bu da bir mücadele.

d-Her zaman olabilecek en kötü sonucu en başta söyleyin, böylelikle gerçekten en kötü sonuç gelişirse, en azından daha hazırlıklı olurlar. Her ameliyatın ölümle sonuçlanabileceğini, her ilacın hiç tahmin edilemeyecek yan etkileri olduğunu, vs söylemekten çekinmeyin. Belki de başta acımasızca ve abartarak söylenmiş gibi gözüken bu tip sözler, kötü olaylar gerçekleştiğinde sizi bir ölçüde de olsa rahatlatabilecektir.

e-Sizi şikayet etmek istediğinde engellemeye çalışmayın, bırakın şikayet etsin. Şikâyet etmesi ile belki biraz yatışır, aksi halde daha zararlı tepkilere girişebilir.

      f-Mümkün olduğu kadar az konuşun, daha çok dinleyin. Gelen hastaların çoğu sizi dinlemek için değil, kendi dertlerini anlatmak için gelmişlerdir. Konuşan insan rahatlar, rahatlayan insan fevri ve incitici hareketlerden nisbeten uzaklaşır. Ayrıca fazla konuşursanız, sözlerinizden olmayacak anlamlar çıkarabilir.

      g-Kendinizi, durumunuzu, koşullarınızı falan anlatmaya çalışmayın. Kimsenin ilgilendiği yok. Boşuna zaman kaybı, sinir sistemi yıpranması… Hâlbuki sinirlerinizin çelik gibi sağlam olması gerekir.

 

* * *

 

Herkes, her zaman bütün bunları yapıyor demek elbette ki mümkün değil. Ama hemen hemen herkes, zaman zaman, bunların bazılarını yapıyor desek, herhalde yanlış bir söz etmiş olmayız. Ama bu savunma mekanizmalarının hiçbiri sizi tam olarak koruyamaz. Ne yaparsanız yapın yüzde yüz koruma sağlamak imkânsızdır. Bu tedbirler bir ölçüde riski azaltabilir o kadar…

 

Bunlar hekimliğe sığar mı? Sığmaz! Yakışır mı? Yakışmaz! Etik mi? Değil! Hekimliğin yüzyıllardır süren ciddiyetine, vakarına, ilkelerine uygun mudur? Tabii ki değildir! Peki, hekimlere yapılanlar insanlığa sığar mı? Yakışık alıyor mu? Akla, mantığa, vicdana, insanlığa uyuyor mu? Etik mi? (Unutmayın, sadece doktorların uyması gereken etik kurallar yoktur, ondan önce her insanın uyması gereken etik kurallar vardır. En birinci etik kural da herhalde “Sağlığın için uğraşan, ter döken insana kötü söz söylememek, el kaldırmamak ve saygı göstermek” olmalıdır. Bir kez bu kural ihlal edildi mi arkasından artık ne etik kalır ne de ahlak.) Kimyada hatırlarsınız, NKA veya NŞA (Normal Koşullar -Şartlar- Altında) diye bir tanım vardır. Bahsedilen her tür olay, denklem, deney, reaksiyon vs. NKA olunduğu, yani sıcaklığın 0 derece ve basıncın 1 atmosfer olduğu bir ortamda gerçekleştiği takdirde her zaman belirtilen sonucu vereceği anlamına gelir. Eğer NKA değilseniz, işlem beklendiği gibi değil, farklı sonuçlar verecek bir şekilde gelişir. Hekimliğin etik kuralları da, bilimsel kurallarına azami uyum da NKA’da geçerlidir. Yukarılarda birçok örneğini verdiğimiz akıl almaz saldırganlık olaylarının gerçekleştiği ortamın, NKA olduğu ileri sürülebilir mi?

 

XI- Maliyet

 

Sonra da anlamaya çalışıyoruz: Niçin bu kadar çok gerekli gereksiz tahlil, tetkik isteniyor, niçin bol bol ilaç yazılıyor diye… Tetkikler sınırlanarak, reçeteler kısıtlanarak bu israf önlenmeye çalışılıyor. Kuvöz sayısı, nüfus artış hızından çok daha hızlı bir şekilde arttığı halde niçin kuvöz bulmanın gittikçe zorlaştığını, ne kadar kuvöz alınırsa alınsın neden bir türlü yeterli gelmediğini anlamıyoruz. Hastanelere hasta başvuruları artıyor, artışı durduramıyoruz. Ayaktan tedavi edilebilecek hastalar yatırılıyor, yatan kolay kolay çıkmıyor, yatak sıkıntısı ortaya çıkıyor. Gazeteler, televizyonlar, oradan oraya sevk edilirken zarar gören hasta haberleri ile doluyor, kızıyoruz, kınıyoruz, soruşturuyoruz, ama anlamıyoruz, anlamadığımız için de çözemiyoruz, çözemediğimiz için de bu olaylar sürekli tekrarlıyor. Doktorları zorlayarak çözüm arama, suyu avuçlarında tutmaya çalışmak gibi sonuç vermiyor. Nasıl ki su bir yol bulup parmaklar arasından akıp gidiyor, her zorlama da yeni bir kaçış kapısının açılmasına yol açıyor. Kanunlar, yönetmelikler sürekli değişiyor ama sonuçlar değişmiyor.

 

Şimdi muhasebe yapıp toplam maliyeti çıkarmaya çalışalım:

1-Yetersiz, korkak ameliyatlar, girişimler, muayeneler nedeniyle kalitesi düşük sağlık hizmeti. Bu nedenle de sürekli yeni muayenelere, girişimlere, ameliyatlara ve tedavilere gerek duyulması.

2-Gereksiz tahlil, tetkik ve incelemeler nedeniyle hem malzeme kaybı hem de hastaların ve sağlık personelinin zaman ve emek kaybı.

3-Gereksiz ilaç yazımı sonucu hem boşu boşuna ilaç israfı, hem de hastaların gereksiz ilaçları kullanması.

4-Reddetme, sevk etme, gereksiz yere sık kontrola çağırma ya da gereksiz konsültasyonlar nedeniyle en başta hastaların, daha sonra da sağlık personelinin lüzumsuz zaman ve emek kaybı.

5-Gereksiz yere yatırma, taburcu etmekten korkma gibi nedenlerle yatakların fuzuli işgali ve gerçekten ihtiyacı olanlara yatakların ve personelin yetmemesi. Bu yüzden yatak sayısı ve personel ne kadar artırılırsa artırılsın bir türlü yeterli hale gelememesi.

6-Yan sanayide lüzumsuz iş yükü artışı:

      a-Reddettiğiniz, sevk ettiğiniz hastaların kullandıkları taşıtlar, ambülanslar, taksiler, benzinleri, şoförleri, trafiğe olan katkıları, vs.

      b-Hastaneyi ve personeli korumak için gittikçe daha fazla koruma elemanına ihtiyaç duyulması.

      c-Gittikçe artan yerli yersiz davalarla uğraşmak zorunda kalan mahkemeler, hakimler, savcılar, avukatlar, bilirkişiler, müfettişler, yüksek sağlık şurası, tabip odaları, telefon konuşmaları, yazışmalar, çizişmeler, evrakların getirilmesi, götürülmesi, vs.

7-Ekonomik Kayıp: Olması gerektiği şekilde yapılmayan bütün bu işler için normal gerekenin kim bilir kaç katı harcamalar yapılması. Devletin ve milletin boşa harcanan parası. Muhtemelen devasa bir maddi kayıp. Yazık değil mi? Sorumlu kim?

 

Anlayacağınız bir kör dövüşüdür sürüp gidiyor.

 

 

XII- Son Söz

 

 

Bütün boyutlarıyla pek farkına varılmadığı inancında olduğum bu acı maddi ve manevi maliyet tablosu gerçekten düşündürücü ve üzücüdür. Yer yer dramatize ederek ve trajikomik bir şekilde anlatmış olsam da, olayların mahiyeti (niteliği, vasfı) ve sonuçları herkesin malumudur. Herkesin zararına olan bu durumu değiştirmenin biricik yolu, bu duruma yol açan sebeplerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu ise maalesef ha deyince yapılabilecek bir iş olmadığı gibi, tam aksine uzun bir süreç ve ciddi çalışmalar gerektirecek gibi görünmektedir. Fakat zaman geçmekte ve hem bireysel olarak bu ortamın acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalan insanların (hekim ve hasta olarak) sayıları artmakta hem de toplumsal maliyet gittikçe dayanılmaz bir hal almaktadır.

 

Benim bu yazıyı yazdığım süre içerisinde ki yaklaşık bir ayımı aldı, birçok yeni olay meydana geldi, saldırılar dur durak bilmedi ve ben bazı olayları yazıma dâhil etmek için yazıyı sürekli değiştirmek zorunda kaldım. İhtimaldir ki eğer bu yazıyı bir ay sonraya yazsam kim bilir ve maalesef daha ne örnekler çıkacaktı ve muhtemelen biraz daha değişik bir yazı olacaktı. Ama umarım yanılıyorumdur ve temenni ediyorum bundan böyle hiçbir yeni olay olmaz.

 

Değerli Meslektaşlarım, doktorlara olan saldırılar üzerine yazılmış bu uzun deneme yazısını okuduğunuz için teşekkür ederim. Bir çeşit sohbet, dertleşme yazısıydı. Bu konuda benim yapabileceğim bir katkı olabilir mi kaygısı bana bu yazıyı yazdırdı. Elimden gelen başka bir şey de olmadığı için de yazarak bir katkım olsun istedim. Her yazı, hem biraz eksik hem biraz fazladır. İçinde katıldığınız, katılmadığınız, karşı çıktığınız ve eksik bulduğunuz görüşler muhakkak ki vardır. Ama herhalde herkes kabul eder ki bulunduğumuz durum pek de normal bir durum değildir. Hekimini korkutan, bu hallere düşüren bir toplum, kendi bindiği dalı kesiyor demektir.

 

Yazımı bir Anadolu özdeyişini modifiye ederek bitirmek istiyorum. “Kusursuz yar arayan yarsız kalır.” derler. Ben de halkın binlerce yıllık sağduyusundan süzülüp gelmiş bu şahane özdeyişin verdiği esin ile diyorum ki: “Kusursuz (hatasız) doktor arayan, doktorsuz kalır.”

 

Son sözüm bu olsun. Ama yazımı umutsuz bitirmek istemiyorum. Bu kadar güzel bir sözü yaratan bir halkın sağduyusunun, eninde sonunda harekete geçeceğine ve doktorsuz kalmayacağına inanıyorum.

 

Hiç kimseden korkmadan, çekinmeden ve başka hiçbir şey düşünmeden, sadece tıbbın gereklerine göre yapılacak hekimlik özlemiyle…

 

Hepinize sevgi ve saygılarımla

 

Dr. Semih Hızıroğlu

 

 

 

Not: Yazımı, hastalarından zarar gören bütün meslektaşlarıma ithaf ediyorum.

 

 

 

 

 

 

 

hekime şiddet
doktora şiddet
doktor
şiddet
Yorum (25)
murat onkun
Muhteşem bir yazı olmuş. Elinize beyninize sağlık
0
Cevapla
Ömer Şamil GÜVEN
Elinize sağlık, muhteşem bir yazı olmuş. Devletin hastayı müşteri olarak gördüğü sistemde hekimler de dediğiniz gibi Özellikli, fedakâr ve çalışkan olacaksın, hata yapmayacaksın, para kazanmayacaksın. Bu tanımlaya göre köleler bile bizden ayrıcalıklı haklara sahip. Herşeyin hem hasta hemde hekim ve sağlık camiasında çalışan değerli çalışanlar için iyileşmesi dileğiyle...
0
Cevapla
SCT
Harikulade bir yazı olmuş sevgili meslektaşım. Her satırına imzamı atarım. Eline, kalemine ve beynine sağlık..
0
Cevapla
Cevdet Tokat
Kendimiz yazıp kendimiz okuyoruz, birbirimizi alkışlıyoruz. Sorunlarımızı çözecek makamdaki insanların bunları gayet iyi bildiklerini ancak çözüm için kıllarını kıpırdatmadıklarını düşünüyorum. Görmek istemeyenden daha kör, duymak istemeyenden daha sağır kimse olamaz. Kul hakkı ödeneceği büyük buluşma gününde iki elim haklarımızı gasp edenlerin yakasında olacak.
0
Cevapla
dr. vatan daş
Sayın hocam yazınızın her kelimesi için ayrı ayrı teşekkürler. Bu şekilde yazıların çoğalması umuduyla...
0
Cevapla
Yorum Yaz
0/300

Bu haberler de ilginizi çekebilir