İyi ve yetkin bir hekim olabilme kaygısı, tıp fakültesine girildiği andan itibaren Tıpta Uzmanlık Sınavı'nı kazanabilmekle yer değiştirmiş durumda. Öğrenciler deliler gibi ders değil, TUS'a hazırlık çalışıyor. Hedef, mezun olup ihtisas kazanmak
"Doktorluk da 'iyi aile çocuğu' mesleği oldu artık!" dedi ortağım, pencereden dışarı bakmayı sürdürürken. Neredeyse on yıl öncesi. Her zamanki gibi sabahın alacasında gelmiş, yoğun bakım vizitinden sonra ameliyathaneye girmiştik. İşimizi yapıp sahneyi cerrahlara devrettiğimiz ve ortamın stabilliğini sağladığımız anlardı, ki bizim için de sabah molası zamanıydı.
Ameliyathanedeki odamın penceresi fakülte kütüphanesi ve önündeki öğrenci otoparkına bakardı. Arkadaşımı öylesi konuşturanı görebilmek için cama yaklaştım. Hemen her gün izleyip gayri ihtiyari kanıksadığım hallerdi gördüğü. Öğrenci işi denilemeyecek marka ve ederde otomobiller birer birer geliyor, içinden çıkan öğrenciler arka cam askısında asılı önlüklerini giyip bagajdan "orijinal" basım kitaplarını alarak kliniklere dağılıyorlardı.
Eh, bizim gibi değil yabancı yerli basım kitabı bile neredeyse rüyasında gören, çokluk ders notu ve teksirlerle idare etmek zorunda kalan, kantin, kütüphane, vestiyer hak getire, önlüğünü de naylon torbalarla koltuğunun altında taşıyan, her sınıftan ve kategoriden kitleyi Cerrahpaşa'ya taşıyan 35 ve 35C numaralı otobüslerin ihtiyaca binaen mutlak körüklü ebadında olduğu dönemlerden olan ve o dönem otobüslerinde öğrenciler bir yana asistan, hoca, öğretim görevlisi simalara da aşina olan bizler için biraz "aykırı" idi elbet bu görünüm.
Mevzu, 'Hayat mecmuası, tombala, mabel cikleti, leblebi tozu'... gibilerinden nostalji muhabbeti yapmak değil. Kaldı ki yerinde ve dozunda nostaljinin o kadar kötü bir şey olduğunu da sanmıyorum. Çalışma arkadaşım da, 'Sümerbank, troleybüs, kumbara, gaz lambası ve gizli pençe'... zamanlarını hedeflemiyordu kuşkusuz. Önde görülen böylesi bir sabah manzarasının arkasında neyi taşıdığını biliyor olmak, hekim/doktor olmanın yeni içeriği ve yönelimindeki değişimdi bizi asıl hoşnutsuz kılan. Öncesinin, iyi ve yetkin bir hekim olabilme kaygısı, tıp fakültesine girildiği andan itibaren Tıpta Uzmanlık Sınavı'nı (TUS) kazanabilmekle yer değiştirmiş durumda, epeydir. Kütüphanenin okuma salonları TUS paketleri kartonlarından oluşturulan kişisel bölmelerle parsellenmiş. Öğrenciler deliler gibi, ders değil TUS'a hazırlık çalışıyor. Mezun olup ihtisas kazanmak, odaklanılmış hedef. O hedef vurulunca "tahta" değişiyor ve yenisi geliyor bu kez: "Birileri"nin gönlü yapılacak, yayın yapılacak ve o anabilim dalında kalınıp ardından doçent olunacak, derken de profesör. Sanırsınız ki tıp fakültelerinde yeni bir andımız var, 'Türküm, doğruyum, üniversiteliyim.. Ülküm yükselmek, doçent/profesör olmaktır' gibilerinden. Hoş, yukarıda Allah var. Haksızlık etmeyelim. Bu andın geçerli olmadığı fakülte mi var sanki memlekette?!..
Sizde herkes prof...
İki yıl önce Brüksel'deki yoğun bakım kongresinde, Hollanda'dan bir uzman ve Ankara Tıp'tan bir doçent, sohbet ediyorduk. Hollandalı hekim ülkemizde, Ankara Tıp'ta bir süre konuk olarak bulunmuş ve çalışmıştı. İngiltere ve Almanya'ya gidip, alanında yetkinleşmek için göreceği öğrenim süreci ve yapacağı çalışmalardan söz etti. Uzun ve yorucu bir süreç olacağı açıktı. Kariyer-unvan olarak ise bir şey getirmeyecekti ona. Ankara Tıp'lı arkadaşım, "Zor işler" diye lafa başladı ve "Bizde..." diye sürdürecekti ki, Hollandalı sözünü kesti, "Biliyorum" dedi, "sizde herkes profesör!"
Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) kariyer kriterleri çıtasını yıllardır yükseltip duruyor. Ne ki, "Avcı ne kadar av bilirse, tilki o kadar yol bilir!"miş ya, o işler de kendi mecrasında, bildiğince yürüyor yine de. Radikal'de Türker Alkan hocamız, hayvan olan eve meleklerin gelmeyeceğinden söz edebilen, gıda teknolojsi uzmanı olup da, "haram" diye şarap üretimi dersi vermeyen "prof"lara bakıp, "Bunlar nasıl profesör olabilmişler?!.." diye soruyor hayretler içersinde. Sonuçta, ağacın neresinden bakıldığına bağlı olarak, herkes haklı görünüyor: ÜAK çıtayı yükseltmekte, aday adayları yayın ve kariyer hırsında!.. 'Haklar ve özgürlükler olgusu!' denilebilir. Doğrudur, bu da bir düşüncedir.. De, o "haklar ve özgürlükler" olgusunun tedavüldeki yorumlanma tarzının getirdikleri ne bilimselliğin ne de ülkemiz güncel yaşamının gerektirdikleriyle çakışabiliyor çoğunca.
Sonuçta akademik platformda aklınıza gelebilecek her türden olgu gündemde alanında iyi ve yetkin bir eleman olabilmeyi temel olgu kılma uğraşı hariç. Öylesi derdi olanların akıbetleri iç iktidar ve intikam savaşlarında, kafalarının kopartılması, çoklukla!
'Kedinin erişemediği ciğer öyküsü mü?' diye akıllar bulanmaya. Bu satırların yazarı da doçent. Aklında iki siyasinin sözleri ile: İsmet İnönü 1950 seçimleri sonrası iktidarı yitirdikten sonra, "Benim en büyük mağlubiyetim, en büyük zaferimdir!" demiş, soranlara. "Bazıları" tersince duyumsuyor. Adnan Menderes'in darağacına giderken ağzından dökülenlerse, "Hiç küskün değilim. Hiçbir dargınlık duymuyorum." olmuş. Şimdi, her şeyin ardından, andımız geliyor dilimin ucuna, ama şöylesi: 'Türküm, doğruyum, doçentim. Ama hiç mutlu değilim!'
Niyeyse?!..
ERCAN TÜRECİ
Dr., İÜ Cerrahpaşa Tıp
Radikal