Medimagazin logo

Prof. Dr. Kayıhan Uluç: Yeni yayınlanan SUT kronik nörolojik hastalığı olan hastaların tedavisinde güçlük yaratacak

55’inci Ulusal Nöroloji Kongresi, 15 – 21 Kasım tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirildi
Prof. Dr. Kayıhan Uluç: Yeni yayınlanan SUT kronik nörolojik hastalığı olan hastaların tedavisinde güçlük yaratacak
Abone Ol:
Medimagazin google abone ol

MS’den inmeye tüm nörolojik hastalıkların masaya yatırıldığı kongrede, Türk Nöroloji Derneği,  kongrenin ana temasını “Hareket Bozuklukları” olarak belirledi. Kongreye, yurt içinden ve yurt dışından bin beş yüzü aşkın nöroloji uzmanı, nöroloji asistanı ve alanla ilgili çalışanlar katıldı.
55. Ulusal Nöroloji Kongresi ve Türkiye’de en sık görülen nörolojik hastalıklar hakkında bilgiler, Türk Nöroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, Türk Nöroloji Derneği Başkan Yardımcısıı Prof. Dr. Neşe Çelebisoy, Türk Nöroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Demet Özbabalık, Türk Nöroloji Derneği Saymanı Prof. Dr. Cavit Boz, Türk Nöroloji Derneği Yönetim Kurulu Üyeleri Prof. Dr. Nerses Bebek, Prof. Dr. M. Akif Topçuoğlu, Prof. Dr. Kayıhan Uluç ile Hareket Bozuklukları Çalışma Grubu Moderatörü Prof. Dr. Raif Çakmur tarafından aktarıldı.
Türk Nöroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, Türk Nöroloji Derneği olarak 27 yıla ulaşmış olmanın gururunu yaşadıklarını, ulusal kongrenin de bu gururumuzu yansıtır şekilde gerçekleştirilmesini hedeflediklerini belirtti.

Prof. Öztürk; “Yüzyılımıza damga vurmuş olan Nöroloji, sadece bilim alanında değil, sosyal ve yaşam alanlarında da etkili olarak,  bütün dünyada gelişmeye devam etmektedir. Türkiye nörologları olarak; alanımızdaki gelişmeleri yakından izlemeyi, hekimlik pratiğimizde karşılaştığımız engel ve sorunları çözmeye çalışmayı, çalışmalarımızı, bilgimizi ve deneyimlerimizi paylaşmayı ve bu gelişmelere katkıda bulunmayı hedefleyen ulusal kongremiz bu yıl “55. Ulusal Nöroloji Kongresi-Uluslararası Katılımlı” olarak yeni bir aşama ile 15 – 21 Kasım 2019 tarihleri arasında, Antalya Maritim Pine Beach Kongre Merkezi'nde gerçekleştiriliyor” açıklamasında bulundu. Ayrıca; “Ulusal kongremiz hem üyelerimiz için hem de yurtdışından kongremize katılacak meslektaşlarımız için hem bilimsel paylaşımın üst düzeyde gerçekleşebilmesini, hem de nöroloji ailesinin daha da yakınlaşacağı sosyal paylaşımların yapılabilmesini amaçlayan bilimsel ve sosyal platform sağlamayı amaçlamaktadır. Bilimsel program bu yıl da genel nörolojik yaklaşımlar yanı sıra, özelleşmiş alanlara da ayrıntılı bir bakış sağlayabilecektir” şeklinde devam etti. 

Prof. Öztürk; "Ulusal Nöroloji Kongrelerinin her yıl toplumda yaygın olan ve nörolojik alanda önemli araştırmaların yapıldığı ayrı bir hastalığı veya hastalık grubunu öncelikle ana tema olarak belirlediğini söyleyerek bu yılki ana temanın “Hareket Bozuklukları” olduğunu açıkladı.
Bu yıl kongremizin ana teması “Hareket Bozuklukları” olarak belirlenmiştir. Parkinson hastalığı başta olmak üzere, tüm hareket bozuklukları güncel nöroloji pratiğinde önemli bir yer tutmaktadır. Parkinson hastalığı, Alzheimer hastalığından sonra en sık görülen nörodejeneratif hastalıktır. Bugün için ülkemizde 150 bin civarında Parkinson hastası olduğunu tahmin etmekteyiz. Türkiye’nin hızla yaşlanan toplumlar arasında olması nedeniyle önümüzdeki yıllarda Parkinson hastalığı ile daha çok uğraşmak zorunda kalacağımızı biliyoruz. Bunun yanı sıra en sık görülen nörolojik hastalıklardan olan “Esansiyel Tremor” da erişkin populasyonun yüzde 4 kadarını etkilemektedir. Parkinson hastalığı başta olmak üzere tüm hareket bozuklukları için bilgi birikimimiz büyük bir hızla artmakta, hastalık süreçlerini giderek daha iyi anlamaktayız. Buna paralel olarak klinikte uyguladığımız medikal ve cerrahi tedavilerde yeni ve daha başarılı yaklaşımlar gündeme gelirken, çoğu nörodejeneratif nitelikte olan bu hastalık süreçlerine karşı etkin koruyucu veya düzeltici yöntemler bulma konusundaki çalışmalar da artmaktadır. Bu nedenle 55. Ulusal Nöroloji kongremizde alanlarında deneyimli uzman konuşmacılarımızla beraber hareket bozukluklarında son bilgi ve beceri birikimlerini, güncel klinik tanı ve tedavi yaklaşımlarını sizlerle paylaşmayı amaçlamaktayız.

Ana Tema dışında da oldukça geniş bir yelpazeye sahip bilimsel içerik nörolojinin spesifik alanlarında aktivite gösteren bilimsel çalışma grupları tarafından düzenlenmiş olup, toplam 26 yarım gün, 5 tam gün kurslar ve diğer kongre oturum programları ile yürütülecektir.

Katılımcıların istedikleri kredili oturuma katılabilmeleri için kursların kontenjanlarla sınırlı olması nedeniyle ön kayıt yaptırmaları gerekmektedir. Yurtdışından değerli yabancı konuşmacılara ek olarak genç bilim insanları olarak Türk Nöroloji Derneği bursu ile yurtdışında eğitim alma olanağı bulmuş olan ve bu alanlarda bilimsel aşamalar gösteren meslektaşlarımız da bilimsel araştırmalarını ve deneyimlerini paylaşmak üzere kongre programında yer alacaklardır. Bölgemizde nörolojik sorunların komşu ülke temsilcileri ile paylaşıldığı ve gözden geçirildiği “In The Region” oturumunda bu yıl “Bölgemizde kadın ve nörolojik hastalıklar” konusu ele alınacaktır. 

Sözel ve poster sunumları çalışma gruplarının önereceği ve TND tarafından atanacak  jüriler tarafından değerlendirilecek ve özellikle genç meslektaşlarımızın bilimsel çaba ve ürünlerinin en iyi şekilde sunulması sağlanacaktır.

Nöroloji eğitim ve hizmet alanında her zaman yanımızda olan hemşire arkadaşlarımız için bu yıl da nöroloji hemşirelerine yönelik bir buçuk günlük bir kurs düzenlenecektir.

Mesleğimizin karşı karşıya olduğu sorunlar, özellikle de son dönemlerde ciddi problemlere neden olan SUT-SGK uygulamaları, çok ağır bir mesleki yükle karşı karşıya olan nöroloji uzmanlarının, Sağlık Bakanlığımız ile yaptığımız çok sayıda resmi görüşmelere ve yapılan düzenlemelerle branşlar arası mevcut olan haksız uygulamaların düzeltileceği ifadelerine karşın, Sağlık Bakanlığımız yetkili organlarınca, son aşamaya gelmiş düzenlemelerin hayata geçirilememesi sonucu emeklerinin karşılığını hala alamıyor olması, özlük haklarında yaşanan problemler, bireysel ve topluca ele alınmak üzere özel bir çalıştayda birinci ağızdan bürokratların katılımıyla paylaşılacaktır. 

Türk Tabipleri Birliği ve EAN tarafından kredilendirilecek olan kongremiz 16. Nöroloji Yeterlik Sınavı'na da ev sahipliği yapacaktır. Kongremizin nöroloji ailesi için yararlı, ve nihai hedef olarak halkımız için nörolojik hastalıklarda en iyi tanı ve tedavi uygulamalarına ulaşmada önemli bir araç olmasını diliyorum " ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Şerefnur Öztürk tarafından Ulusal kongrenin Ana Tema dışında da oldukça geniş bir yelpazeye sahip bilimsel içerikle her alanın sorumlusu bilimsel çalışma grupları tarafından düzenlenmiş olduğunu, çok sayıda kurs, çalıştay ve ana konferanslarla programların yürütüleceği belirtildi. 

Prof Dr. Şerefnur Öztürk “Kongrede çok sayıda yabancı konuşmacının yanı sıra yurtdışında bizleri başarıyla temsil eden genç Türk Bilim İnsanları da kongremizin önemli katılımcılarıdır. Ayrıca bölgedeki diğer ülkelerle de nöroloji alanında işbirliğini sürdüren derneğimiz komşu ülke temsilcilerinin katıldığı ve her yıl yapılan “In The Region” oturumunda bu yıl “Neurological Education In The Region” Bölgemizde Nöroloji Eğitimi konusunu ele alacaktır.  

Sözel ve poster sunumlar değerlendirilecek ve özellikle genç meslektaşlarımızın bilimsel çaba ve ürünlerinin en iyi şekilde ödüllendirilmesi ve teşvik edilmesi sağlanacaktır. Nöroloji eğitim ve hizmet alanında her zaman çok önemli olan hemşire arkadaşlarımız için bu yıl da nöroloji hemşirelerine yönelik bir buçuk günlük bir kurs organize edilmiştir.

Prof. Dr. Şerefnur Öztürk “Her 6 kişiden biri İnme ile karşılaşabilir”

Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, İnme hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Her 6 kişiden birinin inme ile karşılaşabileceğini belirten Prof. Dr. Öztürk, inme merkezlerinin hızlı müdahale ve inmenin etkilerini azaltmada çok kritik bir rol oynadığını vurguladı. Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, “İnme, eskiden olduğu gibi tedavisi zor bir hastalık değildir. İnme, tedavi edilebilen bir hastalıktır. İnmede en önemli faktör zamandır. O yüzden de biz ‘zaman beyindir’ diyoruz çünkü her geçen dakika çok sayıda beyin hücresinin kaybına neden olur. İnme belirtileri fark edildiği anda hiç vakit kaybetmeden 112’yi aramalarını istiyoruz. Çünkü 112, hastayı nereye götüreceğini biliyor. Kendi araçları ile geleceklerse de nöroloğun bulunduğu bir sağlık merkezine hızla gelmelerini istiyoruz” dedi. Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, inme merkezi sayısındaki yetersizliğin farkında olunduğunu da belirterek, özelleşmiş ünitelerle en iyi tedavinin yapıldığı inmeye yönelik merkezler kurulacağını açıkladı. 

Prof. Dr. Öztürk, Sağlık Bakanlığı ile son yıllarda inme konusunda önemli çalışmalar yürütüldüğünü ifade etti. Bu çalışmalardan en önemlisinin Türkiye’de inme hastalarının en etkin ve başarılı bir organizasyonla tedavi edilmelerini sağlayacak “İnme Klinik Protokolü” olduğunu belirterek “Nöroloji uzmanı yönetiminde inme ünite ve merkezlerinin organizasyon, yönetim ve tedavi şeması algoritmalarını yayımlamış durumdadır” dedi. 

Prof. Dr. Öztürk, “Şu anda inme ünite sayımız ve inme merkezi sayımız yeterli değil. Sağlık Bakanlığı ile yaptığımız çalışmalar dahilinde hangi bölgelere, hangi özelliklerde inme merkezleri kurulacağı, kim tarafından işletileceği, yürütüleceği, hastaların ne şekilde bakılacağı ve her şeyden önemlisi bu merkezlere hastaların nasıl yönlendirileceğinin çalışmaları yapılıyor. Her bir milyon kişiye bir inme merkezi açılması planlanıyor. Nöroloji uzmanı yönetiminde inme üniteleri ve inme merkezlerinin hem intravenöz yani damardan tedavi hem de girişimsel yani damar içi tedavileri uygulamak üzere uygun ekiplerle bu çalışmaları yapması bekleniyor” diye konuştu.

Prof. Dr. Şerefnur Öztürk, 2018’de Türkiye’de yaklaşık 40 bin kişinin inme nedeni ile hayatını kaybettiği tahmininin yapıldığını belirterek, “Bu trafik kazalarından ve kanserlerden de neredeyse daha fazla. Ciddi bir kayıp söz konusu” dedi. Prof. Dr. Öztürk, yılda en az 120 bin kişinin inme geçirdiğini, yaklaşık 40 bin kişinin bağımlı hale gelip rehabilitasyon almaya başladığını ve hayatına devam edemediğini de belirtti. 

İnmenin, kişilerin hayatına yardımsız devam edememe yanında, rehabilitasyon masrafları, gelir kaybı nedeniyle uğradığı kayıplar olmak üzere doğrudan-dolaylı ciddi bir mali yükü de ortaya çıkardığını kaydetti. 

Türk Nöroloji Derneği Hareket Bozuklukları Çalışma Grubu Moderatörü Prof. Dr. Raif Çakmur, Parkinson hastalığında en önemli sebebin dopamin eksikliği olduğunu vurguladı ve Parkinson hastalığının tedavisi ile ilgili gelişmeler hakkında bilgi verdi. Prof. Dr. Çakmur şunları kaydetti:

"Parkinson hastalığının motor bulguları beyinde hareketlerimizden sorumlu olan hücrelerin ufak bir bölümünün hasara uğraması ve eksilmesi (dejenerasyon) sonucu ortaya çıkar. Bu hücreler bilgileri bir sinir hücresinden diğerine gönderen dopamin adı verilen kimyasal bir madde salgılar. Beyinde yeterli dopamin yapılamazsa hareket ve duruş işlevleri etkilenerek Parkinson hastalığı belirtileri ortaya çıkar. Dopamin eksikliğinin temel belirtileri hareketlerde yavaşlama, hareket yeteneğinin azalması ve titremedir. Hastalık yavaş bir şekilde ilerler. Hastadan hastaya belirtilerin varlığı, şiddeti ve hastalığın ilerleme hızı farklıdır.
Parkinson hastalığı tipik olarak orta ve ileri yaşın hastalığı olup, ortalama 60 yaş civarında başlar. Hastalık genç yaşlarda da başlayabilmektedir. Ancak yaşlanma ile görülme sıklığı artmaktadır. Yapılan çalışmalar, Parkinson hastalığının erkeklerde kadınlara göre biraz daha sık görüldüğünü göstermektedir.
Başlıca belirti ve bulgular şunlardır: Titreme, hareketlerde yavaşlama, bir veya daha fazla uzuvda (kol veya bacak) kasılma, yürürken kolları sallamama, konuşurken mimikler ve jestler gibi hareketlerin kaybı, yavaş, ufak adımlı veya ayak sürüyerek yürüme, vücut duruşunun öne eğik şekil alması, yumuşak ve alçak sesle, monoton konuşma, el yazısında küçülme, okunaksız olması, ağızdan salya sızması, yutkunma güçlüğü, halsizlik, yorgunluk, ruh hali değişiklikleri, ruhsal çöküntü hali (depresyon), nedensiz sıkıntılar, kabızlık, aşırı terleme, tansiyon düşmesi, ağrı, kas spazmları. Titreme, Parkinson hastalarının yaklaşık olarak %50 ile %75 kadarında başlangıç bulgusudur. Hastaların bir bölümünde titreme hiç görülmeyebilir.
Parkinson hastalığının tedavisine tanıyı takiben ağızdan verilen ilaçlar ile başlanır. Parkinson hastalığı ilerledikçe ağızdan alınan ilaçlar giderek yetersiz kalabilir. Eğer tüm ayarlamalara karşın hastanın yavaş/donuk olduğu dönemler günde toplam 4-5 saatten daha fazlaya ulaşır, iyilik dönemleri de istemsiz hareketler gibi yan etkilerden dolayı yeterince iyi geçmezse cerrahi yöntemler düşünülür.
Cerrahi öncesi veya cerrahiye uygun olmayan hastalarda kullanılabilecek iki yöntem daha vardır. Bu yöntemlerden birinde ilaç cilt altına konulan küçük bir iğne ve buna bağlı bir pompa aracılığıyla sürekli verilirken, diğer yöntemde karından açılan küçük bir delikten bağırsağa uzatılan küçük bir hortum ve bir pompa aracılığıyla ilacın sürekli uygulanması gerçekleştirilir. Parkinson hastalığının ameliyat ile tedavisi, uygun hastalarda yararlı olabilir. Yakma (ablasyon) ve beyin pili (derin beyin stimülasyonu) olarak bilinen bu yöntemler her hasta için uygun değildir. Parkinson hastalığının tedavisinde kullanılan hiç bir cerrahi yöntem hastalığı tamamen ortadan kaldırmaz. Hastaların hemen hepsi ameliyattan sonra da Parkinson hastalığı için ilaçları kullanmaya devam ederler. Yapılan bilimsel çalışmalar, cerrahi tedavi sonrasında hastalık belirtilerinin yüzde 50 ve ilaç gereksiniminin yüzde 80 oranında azalabildiğini göstermiştir. Bu oranlar her hasta için bireysel değişkenlik gösterir.
Parkinson hastalığında araştırılan yeni tedavi yöntemleri ise kök hücre araştırmaları, hücre nakli yöntemleri, gen tedavileri ve büyüme faktörü yöntemleri ile aşı araştırmaları olarak özetlenebilir. Şu an için klinik kullanıma bu tedavilerin hiçbiri yansımamıştır. Yukarıdaki yöntemlerin biri ya da birkaçı olumlu sonuçlandığı takdirde önümüzdeki dönemde Parkinson hastalığının tedavisinde önemli gelişmeler söz konusu olacaktır.

Prof. Dr. Çakmur: “2030 yılında Dünyada yaklaşık 30 milyon Parkinson hastası olacak.”

Bugün için Dünyada 10 milyon, ülkemizde 150.000 civarında Parkinson hastası olduğunu tahmin etmekteyiz. Parkinson hastalığının gelişimi için en önemli risk faktörü, yaşlanma olarak tanımlanmıştır. Toplumlar yaşlandıkça görülme oranındaki artış aslında aciliyet göstermektedir. Dünyanın en kalabalık ülkelerinde, 2030 yılına kadar Parkinson hastalarının nerdeyse 2 katına çıkarak 30 milyona ulaşacağını düşünmek korkutucudur. Eğer hepimiz 100 yaşın üzerine kadar yaşayacak olursak büyük olasılıkla bu hastalıkla karşı karşıya kalacağız.

Türk Nöroloji Derneği Saymanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Cavit Boz: “Erken ve uygun tedavi ile MS kontrol edilebilir.”

Çoğu hasta için erken ve uygun tedavi ile MS artık kontrol edilebilir bir hastalık haline gelmiştir; bunun için tedavilerin etkinlik ve güvenliğinin takibi çok önemlidir. Bu nedenle hastaların MS konusunda deneyimli bir merkezde düzenli takipleri önemlidir.

İnternette doğru bilgiler olduğu gibi çok fazla da yanlış bilgi var. Hatta son zamanlarda ulusal TV kanalları bile MS ile ilgili çok yanlış haberler yapmakta; hastaların mutlaka sakat kaldığı yönünde son derece yanlış haberler yapmaktadırlar. Diğer taraftan pek çok fırsatçı MS’i bitkisel vs yöntemler ile tedavi ettiklerini yazmaktadırlar. MS hastaları bu bilgi kirliliğinde her şeye inanmamalıdır. MS hastaları zeki hastalar olduğundan hangi bilgilerin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu kolayca ayırt etmektedir.

Kapari, keçi sütü, çuha otu, sülük tedavisi, arı sokması gibi pek çok farklı alternatif yöntemlerin MS’e hiç bir katkısı yoktur

MS tedavisinde gelişmeler nelerdir?
“Multipl skleroz bilimsel çalışmalar ışığında giderek daha çok çözebildiğimiz, yeni ve etkin tedaviler ile tedavi seçeneklerinin arttığı, MS’lu birey ve nöroloji uzmanı arasında sıkı bir işbirliği gerektiren, sosyal, ailesel ve toplumsal desteğin önemli olduğu bir hastalıktır”. Geçmişte bundan 20-25 yıl önce MS hastalığına özel bir tedavi seçeneğinin olmadığı günlerden 10’dan fazla tedavi seçeneğinin olduğu bir dönem yaşıyoruz. 1993 yılından önce MS için onaylanmış hiçbir tedavi bulunmazken bugün, hastalığın farklı gidişine ve aşamalarına yönelik olarak farklı tedavi alternatifimiz vardır. Ancak son yıllarda MS hastalığı tedavisinde hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyecek daha fazla tedavi seçeneği ile karşı karşıyayız. 
MS tanısı ve tedavisi ilgili yeni gelişmeler yaşanıyor. Artık MS tedavisi adına geleceğe daha umutla bakıyoruz. Hastalığın tanısı ve izleminde, MS tedavinde yaşanan olumlu gelişmeler geleceğe umutla bakmamıza neden olmaktadır. Özellikle erken tanı koyduğumuz ve tedaviye başladığımız hastalarda daha iyi sonuçlar elde etmeye başlıyoruz. Genel olarak toplumda MS için çaresiz, tedavisi olmayan bir hastalıkmış gibi yanlış bir kanı vardır. Bu doğru değil. Erken tanı ve uygulanan doğru tedavi yönetimleri kullanıldığında hastaların çoğu normal hayatına devam edebiliyor. 

Yapılan araştırmalar ve yeni bilimsel gelişmeler ışığında artık MS çaresizlik ve ümitsizliğe yol açan, tedavisi olmayan bir hastalık olmaktan çıkmıştır.

Tüm MS hastaları ve aileleri için yarınlar daha sağlıklı ve aydınlık olacaktır.

Türk Nöroloji Derneği Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Neşe Çelebisoy: “Migren, en sık  iş gücü kaybına neden olan primer baş ağrısıdır.”
Prof. Dr. Neşe Çelebisoy toplumda en sık karşılaşılan yakınma olan ve nöroloji polikliniklerinin de en sık başvuru nedeni başağrısı ile ilgili önemli bilgiler verdi. 

Tanıda iyi alınmış öykünün çok değerli olduğunu belirten Prof. Dr. Çelebisoy “ 50 yaş sonrası başlangıç, ani başlangıç, erken sabah baş ağrıları,giderek şiddeti ve sıklığı artan ağrı, eşlik eden ateş, kilo kaybı gibi yakınmalar ve muayenede saptanan nörolojik bulgular baş ağrısının altta yatan kitle, enfeksiyon, kanama veya sistemik bir hastalığa bağlı olabileceğini düşündürmelidir ve hastaya ileri incelemelerin yapılmasını gerekli kılar” dedi.
Primer baş ağrıları olarak adlandırılıp altta yatan başka bir hastalıkla ilişkili olmayan baş ağrılarının en sık nedeninin Migren olduğunu söyleyen Prof. Dr. Neşe Çelebisoy “20-65 yaş arası bireylerde yaklaşık %16 sıklığında görülür. Kadınlarda sıklığı erkeklerden 2.5-3 kat fazladır. Toplumda doğurganlık yaşında her 4 kadından yaklaşık birisi migrenlidir. Çocuklarda görülme sıklığı %5 civarında iken ergen yaş grubunda %10 lara çıkar. Migren kişinin iş ve sosyal yaşamını sürdürmesini zorlaştırması nedeniyle önemli bir sağlık problemidir ve kişi için kısıtlılık oluşturmaktadır” diye konuştu.

Prof. Dr. Neşe Çelebisoy, migrenlerle ilgili açıklamalarına şöyle devam etti;
Ataklarla seyreden olgularda yaklaşık %10, kronik migren hastalarında ise yaklaşık %20 oranlarında iş gücü kaybı tanımlanmıştır. Migren hastalığı tanısı hastadan alınan öykü ile konur. Tanıyı destekleyecek bir laboratuvar bulgusu yoktur. Laboratuvar testleri ve görüntülemeler sadece baş ağrısı nedeni olabilecek diğer hastalıkları dışlamak için kullanılabilir. 4-72 saat devam eden, orta/şiddetli, zonklayıcı, sıklıkla tek taraflı, fizik aktivite ile şiddetlenen, bulantı, kusmanın eşlik edebildiği, ışık ve sesten rahatsızlığın belirgin olduğu baş ağrısı atakları migren tanısı koydurur. Pratikte sık kullandığımız 3 soru ile teşhis yüksek doğrulukla konabilir. Kişiler aşağıdaki 3 sorunun ikisine evet diyorsa migren tanısı koymak mümkündür.
1.    Ağrı sırasında ışıktan rahatsız oluyor musunuz?
2.    Ağrı sırasında mideniz bulanıyor mu?
3.    Ağrı nedeni ile en az bir gün iş veya okula gidemediğiniz oldu mu?

Migrende temel olarak iki tipten söz edilebilir. Daha sık olan öncül belirtisiz (aurasız) migren ve olguların yüzde 10 kadarında görülen öncül belirtili (auralı) migren. Aura denilen belirtilerden en sık tanımlananlar parlak ışıklar, zig zag çizgilerin görülmesidir. Görme bulanıklığı, bir taraf el, kol, bacakta uyuşukluk, baş dönmesi, dengesizlik, çok daha nadiren kol ve bacakta güçsüzlük diğer öncül belirtilerdir. Bunlar klasik olarak baş ağrısının öncesinde başlayıp 20-60 dakika kadar devam eder ve ortadan kaybolurlar ve ardından baş ağrısı gelir. Migren hastalarında doğru teşhis konmayıp hastaların çok miktarda ağrı kesici alarak ağrılarını ortadan kaldırmaya çalışması sık yapılan bir yanlış tedavi biçimidir. Bu durum ilaç aşırı kullanım baş ağrısı dediğimiz çok miktarda (3 aydan uzun süre ayda 15 ten fazla) ağrı kesici kullanımı ile tetiklenen baş ağrılarının ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Migren koruyucu tedavileri ile ilgili gündemde olan gelişme migren ağrısının ortaya çıkışında rol alan CGRP adlı peptidi veya bağlandığı bölgeyi işlevsiz hale getiren ilaçlardır. Bu konuda geliştirilmiş monoklonal antikorlar CGRP aracılığı ile gerçekleştirilen ağrı iletimini engelleyerek ve yine CGRP aracılı nörojenik yangı ve damar genişlemesini ortadan kaldırarak migrene özel mekanizmalar üzerinden etki göstermekte ve tedavide umut vaat etmektedirler. Söz konusu etki mekanizmasına sahip üç ilaç FDA onayı almış ve yurt dışında kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’de henüz onay aşamasında olan tedaviler aylık veya üç aylık enjeksiyon yöntemi ile uygulanmaktadır.

Son yıllarda gündemde olan ajanlar migren ağrısının ortaya çıkışında rol alan CGRP adlı peptidin etkisinin ortadan kaldırılması yolu ile etki ederler. Çalışmaları tamamlanan iki ilaç Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) onayı almıştır. Bu grup ilaç ile migren ataklarında %50 hastada azalma sağlanırken olguların yüzde10-20’sinde atakların ortadan kalktığı bildirilmektedir. Henüz uzun dönemli etkinlik ve güvenirlik ile ilgili sonuçları elde olmamakla beraber enjeksiyon yeri reaksiyonları ve nezle benzeri tablolar dışında yan etki oluşturmadıkları görülmüştür. Aylık cilt altı veya 3 ayda bir damardan enjeksiyon şeklinde kullanımları mevcuttur. 

Hastalara öncelikle hastalıkları hakkında bilgi verilmesi, atakları tetikleyebilecek faktörlerin anlatılması önemlidir. Hastalardan ilk beklenen yaşam biçimlerini düzenlemeleri, tetik faktörlerden olabildiğince kaçınmaları, sosyal desteklerini arttırmaya çalışmalarıdır. Tedavi başlamadan önce hastaların ağrı günlüğü tutmaya başlamaları ve tedavi boyunca ağrı sıklığı, şiddetindeki değişiklikleri kayıt etmeleri tedavi etkinliğinin objektif değerlendirmesi açısından değerlidir. 

 

"2050 yılında dünyada 4. en fazla Alzheimer hastasına sahip ülke olacağız"

Türk Nöroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Demet Özbabalık" Ülkemizde 1 milyona yakın Alzheimer hastası var, 2050 yılında dünyada 4. en fazla Alzheimer hastasına sahip ülke olacağız" diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: 

Dünya nüfusu 2000’li yıllardan itibaren büyük ölçüde yaşlanmaya başlamıştır. Şu anda, dünya genelinde 40 milyona yakın Alzheimer hastası olduğu bilinirken, 2050 yılında bu sayının 115.4 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. En  yüksek  artış  orta  ve  düşük gelirli  ülkelerde görülmektedir. Türkiye'de şu anda  yaklaşık 1 milyon Alzheimer hastası bulunduğuna ait bir tahmin yürütülürken, 2050 yılında dünyada 4. en fazla Alzheimer hastasına sahip ülke olacağımız düşünülmektedir.  2015  yılında  demansın  dünya  genelinde  gider karşılığı  818  milyon  dolar  olup 2018 yılında 1 trilyon dolara, 2030 yılında ise 2 trilyon dolara çıkması beklenmektedir.

Alzheimer Hastalığı beynin ilerleyici harabiyete giden ve geri dönüşü şimdilik mümkün olmayan bir ileri yaş hastalığıdır.  Tüm dünya nüfusu açısından sıklığına ve yaygınlığına bakıldığında  genel topluma etkisi açısından önemli bir halk sağlığı sorunudur. Alzheimer hastalığı öncelikle bellek olmak üzere, tüm bilişsel fonksiyonları olumsuz etkiler ve bu olumsuz etkileri zamanla artar.  İlerleyen yaşla birlikte, Alzheimer hastalığının görülme sıklığı artar ancak Alzheimer hastalığı,  normal yaşlanmanın kaçınılmaz bir sonucu da değildir. Burada nedene ilişkin sorumluluk tüm bu bilişsel fonksiyonları yöneten beyin dokusunun hasarıdır. Buralardaki beyin hücreleri yani nöronlar ve nöronların etrafındaki bölgeler hastalığa özgü bazı maddelerin etkisi altına girer ve fonksiyonlarını gerçekleştiremezler.  Hastalık ileri yaş dışında,  bazı risklere sahip kişilerde görülme olasılığı çok daha yüksektir.  Erkeklere göre
daha uzun ömürlü oldukları için kadınlarda, depresyon geçirenlerde, kalp hastalığı ve şeker hastalığı olanlarda, beyin travmaları geçirenlerde, düşük eğitim alanlarda sık görülür.
Alzheimer hastalığının kesin tedavisi henüz olmamakla birlikte süreci yavaşlatmak ve bazı belirtilerin şiddetini azaltmak mümkündür. Semptomları tedavi etmeye yardımcı olabilecek ilaç ve ilaç dışı seçenekler vardır. Araştırmacılar, altta yatan hastalığı tedavi etmek ve en sonunda semptomların kötüleşmesine yol açan hücre hasarını durdurmak ya da geciktirmek için bir çığır açmaya çalıştıkça, geliştirme ve test etme konusunda birçok umut verici ilaç geliştirilmeye devam etmektedir. Şu an itibariyle, Alzheimer hastalığı tedavisine yönelik yapılan 112 ilaç çalışması vardır. 

İlaç dışı, egzersiz, müzik, sanat, ışık ve diğer tedaviler hala revaçta görünmektedir. Örneğin, yürümek ve koşmak Alzheimer Hastalığı riskini azaltıyor çalışmaları vardır. Koşucu ve yürüyüşçüler üzerine yapılan sağlık çalışmalarından alınan ilk verilere göre, yaşamın erken döneminde başlayan egzersizler, Alzheimer Hastalığı’na ait hasarı düşürebilmektedir.
Yiyeceklere gelince; Geleneksel Akdeniz tipi diyetle beslenmenin özellikle kardiyovasküler hastalık riskini, obeziteyi ve mortaliteyi azalttığına dair kuvvetli veriler mevcuttur. Doymuş ve trans yağ tüketiminin azaltılması, sebze ve meyve tüketiminin artırılması, doğal besin maddelerinden alınan vitamin E tüketiminin artırılması, vitamin B12 alımının artırılması, multi-vitaminler kullanılıyorsa demir ve bakır gibi ağır metalleri içeren vitamin komplekslerinden kaçınılması, alüminyum içeren ürünlerin ve ilaçların kullanımından kaçınılması ve aerobik egzersizin artırılmasıdır.

Sonuç olarak, yaşlılık döneminin en tanıdık yüzü Alzheimer hastalığı gerek bilgi, bulgu ve ilerleyişi gerekse tedavisine ait çok yönlü çabaları ile gelecek dönemin en hatırı sayılır hastalığı olmaya devam edecektir.

 

"MS bulaşıcı değildir"

Türk Nöroloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Nerses Bebek Epilepsi hastalığının yüksek oranda başarıyla tedavi edilebildiğini belirterek şunları aktardı: 

Epilepsi nöbetlerle kendini gösteren, nöbetler dışında genellikle başka bir neden yoksa bireyin sağlıklı ve üretken hayatına devam edebildiği kronik bir hastalıktır. Bulaşıcı değildir. Günümüzde epilepsi nöbetlerinin gelişmesini önlemeye yönelik ilaç tedavi seçenekleri geliştirilmiştir. Hastaların yüzde 60-70i düzenli ilaç kullanarak, doktor kontrolünde kalarak, ilaç tedavisine özen göstererek sorunsuz bir hayat yaşayabilirler. Burada esas nokta ilacın düzenli kullanılmasının yanı sıra sağlıklı yaşam kurallarına özen gösterilmesidir. Bireyler beklenen uzunlukta bir hayatı yaşayabilir, evlenebilir, çocuk sahibi olabilir, eğitimlerine devam edebilir ve çalışabilirler. Kişilerin düzenli olarak takip edildikleri sağlık merkezi ve hekimleri tarafından bilgilendirilmesi, karşılaşabilecek sorunlar, sosyal destek, olası yan etkilerin takip edilmesi, evlilik ve çocuk sağlığı konusunda danışmanlık verilmesi son derece önem taşımaktadır. Bireyin hastalığını tanıması, olası sorunlar, riskleri bilmesi, doktoruna değişiklikleri bildirebilmesi ve tedavi sürecinde aktif rol alması en az ilaçlar kadar etkili görünmektedir. 
Nöbet geçirmekte olan bireyin kasılmasını zor kullanarak durdurmak mümkün değildir. Kişinin zarar görmesini, düşmesini, yaralanmasını önlemek, sivri cisimleri uzaklaştırmak, başını güvene almak, henüz dişlerini sıkmadan dişlerinin arasına boğazına kaçmayacak ve zarar vermeyecek sertlikte bir eşya koymak, sağlık görevlilerini haberdar etmek uygundur. Israrla dişlerini aralamak, su dökmek, çekiştirmek yaralanmalara yol açmaktadır. 

Nörolojik hastalıkların yüzde  90’ı çevresel nedenler genetik yatkınlığa eklendiği zaman gelişir
Toplumdaki hastalıkların çoğu gibi nörolojik hastalıklar da genetik bir temele bağlı gelişebilir. Bir veya daha fazla gen ile çevresel faktörlerin etkileşimini içeren karmaşık nedenlere bağlı olarak ortaya çıkarlar. Nörolojik bulguların görüldüğü az çok bilinen veya daha az duyulmuş nadir pekçok kalıtsal nörolojik hastalık bilinmektedir. Bunlar içinde migren, epilepsi hastalıkları, Alzheimer Hastalığı, Parkinson, Huntington Hastalıkları, kas hastalıkları sık karşılaşılan ve iyi bilinen örneklerdir. Bu hastalıklarda bazen anne ve babadan çocuklara aktarılan gen şifrelerinden tek birinin bozukluğu hastalığı oluşturabilir. Ancak nörolojik hastalıkların % 90’ı çevresel nedenler genetik yatkınlığa eklendiği zaman gelişir. 

Son 50 yılda gelişen bilim ve teknolojiye paralel olarak bilgi birikimi hızla artmıştır. Aile içi ve toplumda hastalıkların dağılımına, oluşumuna, kontrolüne neden olan genetik fatörlerin incelenmesi, hastalıklar ile genetik alt yapı arasındaki ilişkilerin belirlenmesi, gen – çevre etkileşimi konuları ile ilgili genetik çalışmalar yapılmaktadır. Çevre faktörleri ile genlerin etkileşimini her zaman net olarak belirlemek zordur ama sigara içenlerde kanser olasılığının artması buna en iyi örnektir. Bu nedenle sağlıklı yaşamak önem taşır. 

Nörogenetik hastalıklar sinir siteminin birçok farklı kısmını etkileyebilir. Örneğin sadece kaslar etkilediğinde güçsüzlük, yorgunluk, merdiven çıkamama, kaslarda erime görülebilir. Beyinin belli bölgeleri etkilendiğinde unutkanlık günler, yıllar içerisinde artarak ilerleyebilir, Parkinson hastalığında olduğu gibi hareket sorunları görülebilir. Normal yaşantısı dışında gelişen her bulgu devamlılık gösteriyorsa mutlaka doktora başvurulmalıdır. Bazen bulgular sinsi ilerleyebilir veya doğumdan itibaren olduğu için olağan kabul edilebilir. Ancak akranları gibi koşamadığı farkedildiğinde çocuğun bir sorunu olabileceği akla getirilmelidir. 

Akraba evlilikleri genetik hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırır

Bir diğer önemli nokta akraba evliliğinin, daha önce ailede olmasa da genetik hastalığın, ortaya çıkmasını kolaylaştıran en önemli durum olduğunun akılda tutulmasıdır. Hatta aynı aileden olmasa dahi, hastalığın ve genlerinin sık görüldüğü bir bölgeden olan evlenmelerde dahi risk artmaktadır. Ailede hastalık olduğu bilinmekteyse mutlaka o hastalığın genetik nedeninin teknik imkanlar elverdiğince anlaşılması gerekir. Böylece evlenmeler, doğacak olan çocukların durumu hakkında genetik danışmanlık verilmesi daha kolay ve net olmaktadır. 

Son yıllarda genetik biliminde olan hızlı gelişmeler, insan genleri ve genetik hastalıklarla ilgili bilgilerimizi arttırmıştır. Sorumlu geni saptanmış olan genetik hastalıkların tanısı moleküler genetik testler kullanılarak doğrulanabilmektedir. Bunlara örnek olarak spinal müsküler atrofi, müsküler distrofiler verilebilir. Sadece kromozom lokalizasyonu bilinen hastalıklarda ise bağlantı analizi gibi dolaylı yöntemler kullanılabilir. Genetik tanı testleri klinik uygulamada şüphelenilen bir hastalığın tanısını doğrulamak, ayırıcı tanıda yer alan hastalıkları dışlamak, sağlıklı bir kişide hastalığın oluşacağını öngörmek (prediktif tanı), taşıyıcıları belirlemek, bir çiftin çocuk kararına destek olmak (prenatal) için kullanılabilir. 

Genetik temeli henüz bilinmeyen klinik durumlarda aile çalışmaları önem taşımaktadır. Bu durumlarda klinik özelliklerin tanımlanması, aile bireylerinin değerlendirilmesi, aile ağacı çalışmaları ile kalıtım modeli belirlenebilir. Kalıtım paterninin anlaşılması klinik açıdan riskin belirlenmesi ve seçilecek genetik incelemeler açısından önem taşır. Klinik olarak değerlendirilen ailelerde uygun çalışma gruplarının oluşturulması, klinisyenler ve genetikçiler arasında işbirliğinin sağlanması en önemli aşamadır. Ancak tüm bu inceleme ve araştırmalar uzun, masraflı ve emek gerektirmekte, hasta birey ve yakınlarının desteği ile daha etkin yapılabilmektedir. 

“İnme konusunda Ankara ve İstanbul gibi illerde başlanan pilot uygulamalar başarılı olacağımızı gösteriyor.”

Türk Nöroloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. M. Akif Topçuoğlu yaptığı açıklamada şunları kaydetti: 

 Halkın giderek yaşlanması ile ülkemizde inme sıklığı artmıştır.  İnme tedavisinin ‘hemen’ ve ‘bölgesel’ bağlamda yapılması zarureti nedeniyle bu tedaviyi uygulayabilecek inme merkezlerin iyi bir planlama ile yurt sathına yayılması gerekiyor. Bu planlama Sağlık Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulması beklenen inme tebliğinin çizeceği esaslara göre olacaktır. Ankara ve İstanbul gibi illerde başlanan pilot uygulamalar başarılı olacağımızı gösteriyor. Şimdi nörologlar olarak tebliğin yayınlanmasını ve ardından hemen işe koyulmayı bekliyoruz. 

"Hemen 112 aranmalı"

İnme, erken müdahale edildiği takdirde geri döndürülebilir bir hastalıktır. Hastaların ilk birkaç saat içerisinde sağlık kuruluşlarına ulaşması, damar açıcı tedavilerin uygulanma şansını doğurmakta ve bu şekilde inmeye bağlı sakatlığın önüne geçme imkânı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle herkesin inme belirtilerinin ne olduğunu bilmesi ve hızlı bir şekilde davranması büyük önem taşımaktadır. Bir kişide ani bir şekilde yüzde eğilme, konuşmada bozulma veya kol ya da bacakta kuvvetsizlik ortaya çıkması akla hemen inmeyi getirmelidir. İnmeyi düşündüren bu bulgular ortaya çıktığında hastanın kendisi, ailesi veya arkadaşları, etrafta kim varsa vakit kaybeden 112’yi aramalıdır. Takiben hasta 112 tarafından sahada doğru bir şekilde değerlendirilip, acil inme tedavilerini uygulayan inme merkezlerine yönlendirilmelidir. 

"Yeni yayınlanan SUT kronik nörolojik hastalığı olan hastaların tedavi ve takiplerinde güçlük yaratacak"

Türk Nöroloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Uluç: “Yeni Yayınlanan SUT Tebliği Nöropatik Ağrı Tedavisine Zorluklar getirmiştir. Hastaların tedavi ve takibi aksamaktadır.” dedikten sonra şunları aktardı: 

Yeni yayınlanan SUT kronik nörolojik hastalığı olan hastaların tedavi ve takiplerinde güçlük yaratacaktır. Yeni düzenleme ile nöropatik ağrısı olan hastalar bazı ilaçlarını yalnızca 3. basamakta, o da sık aralıklarla sağlık kurulu raporu alarak yazdırabilecek, bazı ilaçlarını da herhangi bir psikiyatrik problemleri olmamasına rağmen, psikiyatri hekimine giderek yazdırmak zorunda kalacaktır.  Bu süreçlerin hasta-hekim, hekim-hekim ilişkilerini olumsuz etkileyeceğini, hastaların tedavi ve takibini aksatacağını düşünüyoruz.
Nöropatik ağrı, azımsanmayacak kadar sık görülen, diğer ağrı tiplerinden farklı olarak basit ağrı kesiciler ve non-steroid antienflamatuvar ilaçlarla tedavi edilemeyen, şiddetli bir ağrı türüdür. Çoğu hastanın yıllarca ilaç kullanması gerekmektedir. Nöropatik ağrıyı azaltmak için işe yarayan ilaçlar sınırlı sayıdadır. Tüm dünyada bu ağrıya karşı etkin olduğu bilinen bazı antidepresanlar ile gabapentin - pregabalinden oluşan gabapentinoidler kullanılmaktadır. Ancak, son yapılan SUT düzenlemesi, nörologların bu ilaçları yazmasını kısıtlamıştır. Artık antidepresan ilaçlar yalnız 6 ay süreyle nörologlar tarafından yazılabilecek, tedavinin devamı gerekiyorsa hasta ilaçlarını yazdırabilmek için bir psikiyatri uzmanına gitmek zorunda kalacaktır. Burada hatırlanması gereken bilimsel bir gerçek var. Nöropatik ağrı tedavisinde antidepresan ilaçlar doğrudan ağrı üzerinde etkili oldukları için reçete edilmektedir, hasta depresyonda olsun veya olmasın etki göstermektedirler. Ancak yeni uygulama antidepresan tedavinin devamını her koşulda psikiyatrist reçetesine mecbur kılmaktadır. Bu hastanın psikiyatristten randevu alması, hastalığını anlatması ve psikiyatrist uygun görürse ilaçlarına devam etmesi demektir. Bu durum psikiyatri kiniklerinde gereksiz iş yükü artışına neden olacak, nöropatik ağrı tedavisi konusunda eğitim almamış olan psikiyatri doktorlarının kendi koymadıkları bir tanı için sorumluluk altına girmelerine sebep olacaktır. Ek olarak günlük pratikte hastaların psikiyatriste ulaşması güç olacağı için, hastaların gerekli tedaviye ulaşması engellenmiş olacaktır.

Kısıtlama getirilen diğer ilaç grubu gabapentinoidlerdir. Yeni düzenleme ile bu ilaçlar artık yalnızca 3. basamak hastanelerde 3 aylık süre ile çıkarılan sağlık kurulu raporları ile yazılabilecektir. Bu düzenlemenin özeti şudur: Hasta bu ilaçları yazdırmak istiyorsa sadece Eğitim ve Araştırma Hastanesi veya Üniversite hastanesine başvurmak zorundadır. Aksi halde ne rapor alabilir, ne de reçete yazdırabilir. Bunun sakıncaları şunlardır:

Eğitim-Araştırma Hastaneleri veya Üniversite hastaneleri ilçelerde veya çoğu ilde bulunmamaktadır. Bu durumda hastalar bu tedaviye ulaşamayacaklardır.

Nöroloji, Tıp Fakültesi sonrası 5 yıl süreyle eğitim alınan bir uzmanlıktır. Uzmanlık eğitiminin temel müfredatına göre Nöroloji uzmanının nöropatik ağrıyı tanıması,  tanı koyması ve tedavisini yapabiliyor olması gerekmektedir. Nöroloji uzmanının nöropatik ağrı tanısı koymasına rağmen, tedavisini veremiyor olması Nöroloji uzmanlarını pratisyen seviyesine indirmektir.

Eğitim-Araştırma Hastaneleri veya Üniversite hastanelerinin amacı eğitim vermek, araştırma yapmak, diğer basamak hastanelerinde tanı ve tedavisi yapılamayan hastalıkların teşhis ve tedavisini yapmaktır. Nöroloji uzmanı olan tüm hekimlerin rahatlıkla tanısını koyup tedavi edebileceği bir hastalığı, Eğitim-Araştırma Hastaneleri veya Üniversite hastanelerine yönlendirmek, bu hastanelerden hizmet alması zorunlu olan hastaların hekime ulaşımını kısıtlayacak ve bu hastaneleri yalnız reçete yazan kurumlar haline getirecektir. Kliniklerde hasta ve sağlık personelleri arasında gereksiz gerginlik yaratacaktır.  

Öte yandan 3. basamak sağlık kurumunda çalışmayan uzman hekimin düşürüldüğü durum da sıkıntılıdır. Nöroloji uzmanına denilmektedir ki, “Evet, sizin aldığınız eğitim 3. basamaktaki meslektaşlarınızla aynı, ama orada çalışmadığınız için sizin yazdığınız reçeteyi ödeyemem”. Bu hekimin mesleki yetisini elinden alan, hastasını doğru tedavi etmesini engelleyen bir durumdur. Bunun hasta-hekim ilişkisini olumsuz etkileyeceği de çok açıktır.
Burada anlatılanlar sadece nöropatik ağrı tedavisinde yaşayacağımız güçlüklerdir. Yeni SUT uygulamasında alanımıza getirilen diğer kısıtlamalar da göz önüne alındığında yetkililerin acil olarak yaptıkları değişiklikleri yeniden gözden geçirmesini talep ediyoruz.
 

ulusal nöroloji kongresi
şerefnur öztürk
kayıhan uluç
Yorum (2)
Gamze Eser
Keşke WİLSON hastalığı hakkında da bilgi verip araştırma yapsaydınız da ilaçlarımızı yurt dışından değilde Türkiye den alabilseydik.
2
Cevapla
Sahin
MS hastalığında bizim ilaç alıp kullanabilmemiz için rapora ihtiyacımız var. Raporumuz olduğu halde, ilaç temini için tekrar tekrar aynı hastaneye giderek tedavi bekleyen randevulu hastaların tedavi hakkını da geciktiriyoruz. Benim rahatsızlığım benim hayatımı kısıtlamasa da, yürüme, konuşma, denge kaybı yaşayan hastalar var. Sinir sistemi benden fazla tutulmuş, hareketleri kısıtlı hastaların randevulu hastalarla birlikte sıra beklemesi yada beklemeden odaya girip ilaç yazdırması da çok büyük sorun. Rapor zorunluluğu olan, tedavi etkisi hastalığın kötüye gitmesini engellemek olan bu ilaçları yazabilme yetkisi aile hekimlerinde de olabilmeli. Her an iletişimde olabilmek için doktorlarımız bize zaten telefon numaralarını veriyor. Yani geçme ihtimali olmayan bir hastalık için 3 ayda bir araştırma hastanesine gitmemizin gereği yok.
0
Cevapla
Yorum Yaz
0/300

Bu haberler de ilginizi çekebilir