Medimagazin logo

Yedi küçük cenin

MAHLER&#8217;in &#8216;Ölmüş Çocuklar Şarkısı&#8217;nı 1980&#8217;li yılların başında keşfettim.<br /><br />Dame Janet Baker&#8217;in söylediği bu şarkı, 25 yıla yakın zamandır bazı anlarımın rakipsiz fon müziğidir.
Yedi küçük cenin
Abone Ol:
Medimagazin google abone ol
MAHLER’in ‘Ölmüş Çocuklar Şarkısı’nı 1980’li yılların başında keşfettim.

Dame Janet Baker’in söylediği bu şarkı, 25 yıla yakın zamandır bazı anlarımın rakipsiz fon müziğidir.

O anlar da çoğunlukla yalnızlık ve hüzünlü saatlerime rastlar.

‘Cenin’ kelimesi de aynı yıllarda ruh hallerimin çok özel bir kelimesi haline gelmişti.

Biri hayatın başını, öteki ise sonunu temsil eden iki kelimenin, ruhun aynı saatlerine denk düşmesi basit bir tesadüf müydü bilmiyorum.

Tabii kendi kendime küçük yorumlarım da vardı.

* * *

O yıllar 12 Eylül’ün hemen ertesiydi.

Otuzlu yaşlarımızın ortalarındaydık.

12 Eylül bir milat gibi hayatımızı ikiye bölmüştü.

Bu hayatın milattan öncesi, derin bir ‘ölüm korkusuydu’.

Daha doğrusu öldürülme endişesi.

Sokağın iki başını tutmuş çeteler arasında, yaylım ateşinin tam ortasında kalmıştık.

Epey kaybımız olmuştu.

Kimimiz canını, kimimiz ise bizi canlı yapan şeyleri kaybetmiştik.

Miladın öteki tarafında ise derin bir boşluk vardı.

Hayat güzergáhlarımız kaybolmuş, idealler tepetakla olmuş ve kendimizi karanlık bir boşlukta bulmuştuk.

‘Cenin’ kelimesini de işte bu boşlukta yeniden keşfetmiştim.

Bazı yalnız gecelerde, kendimi karanlık bir boşlukta çaresiz hareketler yaparken buluyordum.

Tıpkı ana rahmi olmayan, hayat kordonu kopmuş bir cenin gibi.

O günlerde ‘Nil’ adlı bir Yunan yazarın hikáyesini okumuştum.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İskenderiye’deki kör Türk esirlerini anlatıyordu.

Onları her gün dışarı çıkarıyorlardı.

Günlük gezmelerini yapmaları için, kapalı tutuldukları yerden bir halat uzatılmıştı.

Halat meydanın etrafında dolaşıp tekrar kaldıkları yere uzanıyordu.

Kör askerler birbirlerinin sırtına tutunuyor, en öndeki de halatı izleyerek yavaş yavaş yürüyordu.

* * *

Bir gün ya muzip ya da kötü biri, halatın ucunu, bitiş noktasından alıp rıhtıma çekince, kör askerler birbirlerinin ardından denize düşüp ölüyordu.

‘Cenin’ işte öyle günlerden birinde kafama takılmıştı.

Hayat kordonunu çeke çeke, ana rahmini arayan bir cenin.

Dedim ya öyle günlerde bütün hayat kordonlarımın ucu, karanlık rıhtımlara açılıyordu.

Kendimi derin sularda buluyordum.

Durmadan Mahler’in ‘Ölmüş Çocuklar Şarkısı’nı dinliyordum.

Durmadan mektuplar yazıyordum.

Hepsi de şişesiz, hepsi de adressiz mektuplardı.

Bazıları da kendi kendine adres bulan mektuplar.

* * *

Cenin, insan varlığının en yalnız halidir.

Kendi kendine konuşmanın, kendi kendine gülmenin, kendi kendine hiddetlenmenin, kendi kendine sevinmenin keşfedildiği ilk kum havuzudur.

Ruhun, yerçekimine meydan okuduğu en tuhaf yerdir.

Bu karanlık ve aynasız dünyada saat yoktur.

Zaman henüz keşfedilmemiştir.

‘Öteki’ bilinmemektedir.

Hayat yalnızdır.

Ölüm de...

* * *

Dün öğle saatlerinde o fotoğraflar önüme düşünce işte bunları düşündüm.

Önce bu ölüm panayırının başındaki hastane yetkilisine öfkelendim.

Sonra oradan kopup, o yedi ceninin boşluktaki dünyalarına girdim.

Mahler’in ‘Ölmüş Çocuklar Şarkısı’ çalıyordu.

Karanlıkta el yordamıyla ilerliyordum.

Hemen önümde yedi cenin yürüyordu.

Birbirlerinin omuzlarını tutmuşlardı.

En öndeki, elinde hayat kordonu adresini arıyordu.

* * *

O adres yoktu.

Hayat kordonunun ucu, karanlık bir ölüm rıhtımına açılıyordu.

Yedi cenin, yerçekimsiz bir sükûnet içinde yavaş yavaş gidiyordu.

Önce en baştaki.

Sonra ikincisi.

Sonra ötekiler.

O güya kordonun ucunda ne ana rahmi vardı, ne de bir ana.

Yedi cenin, annesiz bir rahmin karanlığından, İskenderiye’nin karanlık sularına atlıyordu.

Kimbilir, fire vermemek için belki de intiharı seçiyorlardı.

Belki de anasız bir rahmin ıssızlığında isyanı haykırmanın başka hiçbir yolu yoktu.


Ertuğrul Özkök-Hürriyet
yedi
küçük
cenin
Bu habere ilk yorumu siz yapabilirsiniz...
Yorum Yaz
0/300

Bu haberler de ilginizi çekebilir